7 Haziran 2015 Pazar

Duyuru: Şevket Demirci'nin kitabı çıktı

Selam...Özellikle son iki senedir (aslında son yedi senedir) bizim gibi birçok seveninin beklediği kitap; Mustafa Özdamar Hoca ve Aynur Aladinli'nin gönülden emeğiyle, nihayet 5 Haziran Cuma günü piyasaya çıktı.  Bu kitapla ilgili hatıra ve maceralarımızı da yazmak; 560 sayfası gibi cüsseli olacaktır. Uzunca yazmak; ifade etmeye yine yetmeyecektir. O bizim ve tüm sevenlerinin babasıydı. Çok seven, çok sevilen... Hâlâ da anılmadığı gün olmayan, cömertlerin cömerti, insân, kitap, doğa aşığı... Saymakla bitmeyecek güzellikleriyle; o bir İNSAN'dı. Öyle yaşadı, öyle göçtü... Bu kitap; bir çoklarınızın ilgisini çekmeyecektir ama bize paylaşmak öğretildi. Belki içinizden birilerine birkaç hatıra, menâkıp vesile olurda... Çok sevdiği bir dostu, başka bir dostu için: "bizim onu övmemiz, onun eksik anlatılmasına sebep olur" demişti. İşte bu cümle özeti olsun. Bize söz düşmez, onu sevdikleri, sevenleri anlattı. İlgilenen arkadaşlar için; Pazartesi günü kırk kandil yayınevi sitesi, kitapyurdu, idefix ve d&r'da satışı başlayacağını duyurmak istedik. Bu vesile ile 18 Haziran'daki kitap fuarını da hatırlatmak isteriz. Bizim için en büyük hediye ve duayla.

Kitap hakkında: Hatırası cihana bedel anların ve anıların albümü olan bu kitab, Şevket Baba'nın Merdan-ı Hüda'dan olduğuna tanıklık eden Gönül Yolu dervişlerinin eseridir.
Bu bir amel-i salih defteridir ve amel-i salih, insanın, hayatın hem bu yakasında hem öte yakasında en yakın arkadaşıdır.
Örnek bir işadamı olan Şevket Baba'nın hasenat dosyası o kadar kabarık ki, bizim derleyip toparlamaya çalıştığımız bilgi ve belgeler aysbergin görünen yüzü, görünmeyen tarafını Allah biliyor.
O sebeple “hem malum hem mechul” diye nitelemişler sevenleri onu vaktiyle.
Gönül adamlığı iş adamlığına baskın bir insan Şevket Baba!
Ölmeden önce ölme diriliği içerisinde gece gündüz dolu dolu yaşayan bir insan Şevket Baba!.
Şevket Baba eşittir (=) insan!.. İşte insan bu! İşte müslim bu!. İşte mümin bu!.. İşte muvahhid bu!..
Yâ Selâm!.. Mustafa Özdamar- www.kirkkandil.com

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Doç. Dr. Ekrem DEMİRLİ;HAYRET

HAYRET
Marifete ulaşan fakat bunu ifade edemeyen ârifin durumunu anlatan bir tasavvuf terimi.

      Sufiler, “şaşırmak, yolunu kaybetmek” anlamına gelen hayreti sülukun sonunu ifade etmek için kullanmıştır. Bu yönüyle hayret, tasavvufi tecrübe karşısında dilin anlatım imkanlarının yetersizliğini ifade eder. Kavram, ilk dönemden itibaren tasavvuf metinlerinde dile getirilmiştir. Bununla birlikte hayrete yüklenen anlam ve sebepler, farklılık gösterir. Zünnûn el-Mısrî, “Allah’ı en iyi tanıyan O’nun hakkında en fazla hayret edendir” der. Cüneyd-i Bağdâdî ise “Düşüncenin ulaşabildiği son nokta hayrettir” demiştir. Sehl et-Tüsterî, “Mârifetin nihaî noktası hayrettir” dermiştir. Bu ifadeler, ilk sufilerde hayret hakkındaki ortak görüşü dile getirir. Sufilere göre gerçek mârifet, aklın Allah karşısında acizliğini ve yetersizliğini kavramasıdır. Bazan sûfî, ilâhî tecellileri temaşa ederek hayrete düşer. Ebû Bekir eş-Şiblî bu hal içindeyken şöyle demiştir: “Ey hayrete düşenlerin rehberi! Benim hayretimi arttır!” İbnü’l-Fârız “Hayret etmesem hayret bana!” demişti. Hz. Peygamber bir duasında “Allah’ım! Benim sendeki hayretimi artır” demiştir. Bu dua, marifetin kemalini gösteren bir ifade olarak tasavvuf metinlerinde tekrarlanır.
İbnü'l-Arabî, ilk dönemden itibaren tasavvufi metinlerde görülen hayreti daha geniş bir zeminde ele alarak meseleye epistemolojik bir içerik ve boyut kazandırmıştır. Ona göre hayret, iki türdür: Birincisi, bilgisizlikten kaynaklanan “şaşkınlık” anlamındaki hayrettir. Bu hayret, hakikatten perdelenmiş insanların hayretidir. “Delailü’l-hairîn” (şaşıranların rehberi) şeklinde bilinen bir tür literatür bu sınıftaki insanları uyarmak amacıyla yazılmıştır. İbnü'l-Arabî, sufilerin hayret derken bunu kast etmediklerini özenle belirtir. Ona göre hayret, insanın Mutlak Hakikati idrak ve müşahede karşısındaki tavrının adıdır. Bu yönüyle hayret, marifetin bir sonucudur. Bu özellikteki hayretin gerçek nedeni, Mutlak’ı karşıt ve zıt özelliklere sahip bir varlık olarak görmektir. Akıl ve buna bağlı olarak insanın ifade araçları, bu özellikteki bir hakikati kavrayamaz. Salik bu nihai tecrübeyi ifade etmeye kalkışacağı zaman onu ifade edebilecek herhangi bir kavram bulamaz. Bunun yerine yapabileceği tek şey, susmaktır. Susmak, hayret halinin bir gereği ve sonucu olduğu kadar aynı zamanda onun bir kanıtıdır. Susmak, sufiler tarafından sürekli gönderme yapılan bir kavramdır. Bu bağlamda ilk dönem tasavvufunda özellikle Abdülcebbar en-Nifferi’nin ‘mevkıf’ diye isimlendirdiği terim de bu hayrete karşılık gelir.
İbnü'l-Arabî ekolunun kurucu isimlerinden Sadreddin Konevî ise, hayreti farklı yönlerinden ele alır. Ona göre hayret, insanın hakikate ulaşma çabasındaki son duraktır. Bu yönüyle Konevî, önceki sufilerin görüşlerini yineler. Ancak bu düşüncenin nedenlerini ele alırken özellikle İbnü'l-Arabî’de gördüğümüz bazı düşünceleri ayrıntılı bir şekilde zikreder. Ona göre hayretin esas nedeni, “kendinde şey” (nefsü’l-emr) diye ifade edebileceğimiz salt hakikat hakkındaki bilgimizde bir kesinliğe ulaşamayışımızdır. Kendinde şey ya da salt hakikat, herhangi bir sabit forma sahip değildir. Bu durumda onu ifade etmek için başvuracağımız bütün araçlar başarısız kalacaktır. Bu durum ise, hakikat karşısında bir tür göreliliği istilzam eder. Salt hakikati en iyi ifade edebilecek tasvir ‘bütün zıt özellikleri kendinde toplama’ özelliği olacaktır.
Sehl b. Abdullah et-Tüsteri’ye izafe edilen ”Allah’ı zıtları kendinde toplama özelliğiyle bildim” cümlesi, sufilerin bu konudaki genel düşüncelerini özetler. Bu ifade Hz. Ebu Bekir’e izafe edilen “İdrak edememeyi idrak idraktir” şeklindeki bir cümlenin başka bir ifadesi olarak tasavvuf metinlerinde sıkça tekrarlanmıştır. Bu aynı zamanda Allah’ı bilememek veya bilgiyi ifade edememek demektir. Çünkü insan idraki, böyle bir hakikati kavrayamaz ve onun karşısında “hayret” etmekten başka bir çare bulamaz.
Sufilerin sembolik anlatımları tercih etmeleri, hakikatin kuşatılamaz ve dile getirilemezlik özelliğinden kaynaklanır. Hakk’ın çeşitli ve sonsuz tecellilerini temaşa eden ârifler hayretlerini mısralarla ifade etmiştir. Bu konudaki düşüncelerini ortaya koymak için hikâyeler anlatmış ve menkıbeler nakletmişlerdir.

15 Ekim 2009 Perşembe

Ne Umduk, Ne Bulduk?

Uzun zaman oldu, zamanlarım oldu.

Kendime döneli, kendimden döneli.....

Kendimizi tuttuk, oruç olduk; kutladık, kutlandık, Bayram olduk...

Dua ettik, dua olduk.....

Herşeyden önce insan olmaya niyetlendik......

Yazıları, yazlar kovaladı....Baktık ki bir katre bile ilerlememişiz.....

Yorulduk, yorduk....Özlemlerimizin en büyük kavuşma olduğunu gördük......

Dertlerimizin en büyük derman olduğunu gördük.....

Düştük.......

Kimi zaman gönle, kimi zaman çamura, kimi zaman pisliğe.....

Düştüğümüzde gördük....Düşülen şey düşenin kendisiymiş.....

Yanlışımızı oldu....Doğrularda yanlış olduk...Yanlışlarda doğru olduk....

Baktık ki bir katre bile düzelememişiz.....

Sonra bıraktık.....Seyre daldık alemi, allemeyi ve bi tabii Adem’i.....

Sehirde bile seyirdeydik......Ne gördük? Ne umduk? Ne bulduk?.....

Niyetlendik....Alemde amele koyulduk......

Parçalandık, ayrıldık.....Ayrıldıkça çoğaldık...Çoğaldıkça gördük....Gördükçe bildik.....

Ne bildik?.....

Bildikçe göremediğimizi, gördükçe çoğalmadığımızı, çoğaldıkça ayrılmadığımızı.....

Bıraktık, döndük.....

Bir gün, günlerden biri............

Takke önde....Düşüncelere ve düşlere inat....Muhabbetle muhabbette......

Bir gün, günlerden biri.........

Bilmenin, görmenin, ummanın, okumanın, okutmanın.....

Yok hiç bir değeri olmadan.

Olmak.....Ama ne olmalı?......

Elbette AŞK olmalı, AŞK....

28 Ağustos 2009 Cuma

Sevket Demirci İcin İftar Yemegi ve Anma Programi Daveti


BABAMIZ SEVKET DEMİRCİ'Yİ DOSTLARIYLA ANMA VE 52 Sİ SEBEBİYLE YARIN CUMARTESİ AKSAMI İSTANBUL ALTUNİZADE'DE IFTAR VE SAHUR PROGRAMIMIZA TUM GONUL DOSTLARINI BEKLİYORUZ...


ULASAMAK İSTEYENLER İCİN ;
kutupsal@hotmail.com

Noktasız Bir Hezeyan

İçimden gelmiyor Dostum;

Yazmak, anlatmak, söylemek.....

Gelmiyor işte... Deniyorum olmuyor... Sözlerim ya noktalanmıyor, ya nokta sözlerim ile buluşmuyor; Başlıyorum ama yarım kalıyor...

Eeee, şimdi diyeceksin bunlar ne?

Bilmiyorum bir itiraf say, bir dostun dosta hezeyanı say, bilmiyorum işte say birini....

Herkes anlatıyor, herkes yazıyor, herkes bir şeyleri sayıp döküyor... Ama ben Dostum, tıkandım işte...

Olmuyor....

Bilmiyorum neden?

Sözün orucu olur mu? Belki de olur, bilemiyorum...

Aşk diyorlar, meşk diyorlar, ama yok işte be Dostum, çıkmıyor işte....

Sessizce geceleri anıyorum seni... Ezan ile gözlerim açıyor orucu göz yaşı ile.... Herkesin oruca başladığı an ben açıyorum göz yaşlarım ile... Ama yine de olmuyor, gelmiyor Dostum içimden...

Özledim seni.... Yazdıklarında, sözlerinde, yaşadığım anda seni geçiriyorum içimden...

Biliyor musun? Geçen gün Kale'deydim... Her zaman ki yerde... Senden bir zerre aradım... Ama yoktun... Neredesin a Dostum? Neredesin? Belki bu sözlerimi duyar gelirsin gene yanıma, anılarınla avunuyorum... Sokaklar sessizdi, sensizdi... Aslanhane bile boştu o gün, ... O uçtaki banka oturdum... Hafif yana yatmış! Aynı benim gönlüm gibi... Oradaydım... Uzun uzadıya dinledim çevreyi belki bir rüzgar getirir senin kokunu, sözünü diye... Yok be Dostum!

Kavruluyorum işte... Ne gülüyorsun? Gülüyorsun yine eminim? Ben gel diyorum, sen geç anlıyorsun sanki... Geç bunlardan... Bu dediklerinden nasıl geçerim? Ben neyim ki?

Sözün bittiği andayım işte... Bitti yer ama nokta yok... Hem noktadan yoksunum, hem senden....

Tek bir tesellim var... Onun ne olduğunu biliyorsun... Elimden düşürmüyorum... Kimi zaman Nisa'da, kimi zaman Fatiha'da, kimi zaman da YaSin'de... Hafif hafif terennüm ediyorsun sanki... YaSin dedim de; Kaledeyken gönlümden geçerken biri andı seni yandaki masadan... Sanki bana seni, bana beni anlattı... "Yasin" dedi yanındakine, "hep diyorum ona biraz kendine dön, bak; ama Yasin beni dinlemiyor hep aynı yerde kaldı."... Bu Yasin sen misin? ben miyim? Ben de yerimde kaldım, sen de! Senin olduğun yere gelemiyorum... Ben kaldım işte burada... Bacaklarım gitmiyor be Dostum, çekmiyor bu cesedi...

İşte böyle Dostum... Nokta yok, Noktasız söz yok, Noktasız sen...

Ben Noktayı koyamadım, kaybettim Noktayı ve hatta arttırdım be Dostum...

15 Temmuz 2009 Çarşamba

BOZKIRDAKİ MELTEMDESİN SEN

Başaklar eğilmiş, hasat başlamıştı.

Sıcak bir Temmuz günüydü.

Görev ne zaman, ne de mekan tanıyordu.

Başakların arasında bir ben, bir de cihazlar.

Ne yolun yorgunluğu, ne de işin çetin oluşu engeldi; çalışma başlamış ve bitirilmeliydi.

Bir ara, araların birinde başak tarlalarında ben; benliğim gibi kaybolmuş, başak denizinde ben.....

Kuru havaya inat, birden başakları ve yüzümü okşayan rüzgar.

O an ellerim ile hem rüzgarı sevdim, hem başakları....

Başak denizinde yüzümü okşayan rüzgar, gönlüme de değdi......

Meraklandım, sıkıldım, sevindim; saçlarım gibi gönlümde karıştı....

Telefonum çalışmıyor ki, nasıl haber alabilir.....

Neyse ki akşam ulaştım birilerine....Yüreğim sıkılgan, pek, güzel, hüzünlü, nasıl desem karışık.....

Sordum herkesi yok birşey, sağsalim herkes dendi. Ama...

Ama nedir bu hal üzerimdeki.....

Günler günleri kovaladı, köprüler altında çok sular geçti....

Ankara’dayım bu sabah; ah ki bu sabah......

Öğrendim, öğrendim ki Şevket Baba vuslata ermiş.

Ah Şevket Baba, Ah Koca Gönül.........

Seni bilen bilir, seven bilir......

Gözler görmedi seni, ama gönül gördü....

Dünya aleminde olamadık ama rüya aleminde birlikteydik. Mesafe nedir ki?

Demek yüzümü başak denizinde okşayan senin vuslat haberindi.

Gelinciklerin bile görülmediği, başakların ardından selam verip kalkamadığı, yaz yağmurunun inatla düşemediği an senin vuslat anınmış.

Vesilelerin, sevenlerin, sofrandan nasiplenenlerin nasıldır kimbilir?

Ama ben ki başak denizinin dibinde vurgun yemişim.....

Acaba rüyamdaki gibi bu fakire gülüyormusun? Yoksa sofran için israr mı ediyorsun?

Yedim Baba; ben de yedim senin sofrandan, nasiplendim....Gönül sofrandaki kadehi bana gülen gözlerle uzattığın o gece ben de katıldım o sofrana......

Şimdi vurgundayım Baba, aynı Muhittin Babamın ardından olduğu gibi.....

Giderken dediğin gibi Aşk Ola, Dem Ola, Güzel Ola, Vuslat Ola....

10 Haziran 2009 Çarşamba

Ekrem Demirli;islam'in cevre anlayisinin ana meselesi olarak"Fitrati Korumak"


İslam’ın Çevre Anlayışının Ana Meselesi Olarak “Fıtratı Korumak”


Her doğan, fıtrat üzerinde doğar.” (Hadis-i şerif).

Fıtrat İslam’dır.”

İbnü'l-Arabî


Müslüman düşünürler, İslam’ın insan fıtratına uygunluğu hususunda görüş birliğine varmış gibidir. Mezhepler arası tartışmalarda kimi muhalif görüşler ileri sürülmüş olsa bile, İslam’ın inanç ve amel ilkelerinin insan fıtratına uygunluğu, buna bağlı olarak hayatın, zamanın ve mekanın imkanlarını dikkate alan gerçekçiliği, belirli bir ölçüye bağlanarak sınırlandırılmış makuliyeti -iman ve akide bahislerinde bir ölçüde fakat daha çok amelî bahislerde- ısrarla vurgulanmıştır. Üstelik bu görüşe karşı çıkan veya çekinceler ileri süren muhalif yaklaşımların kısm-ı azamı, “fıtrîlık” prensibinin istilzam edebileceği bazı sonuçları dikkate alarak eleştirilerini dile getirmişlerdir. Bu eleştireler, esasta fıtrat ile din arasında tesis edilen bağ ve ilişkinin “zorunluluk” ölçüsünde kabul edilmesi durumunda bazen insana bazen de dine karşı bir dayatmanın ve zorlamanın ortaya çıkacağını hesaba katar. Bu nedenle muhalif yaklaşım ve seslerin de, “fıtrılik” ilkesini temelde reddetmedikleri söylenebilir. İslam’a büyük bir imkan alanı ve hareket serbestisi kazandıran “fıtrata uygunluk” karakteri, çağımızda beşeri ilimlerin sağladıkları katkılarla da Müslümanların İslam’ı yorumlarken ya da savunurken atıf yaptıkları ve kullandıkları en güçlü argümanlardan birini teşkil eder. Bilhassa endüstrileşmenin yol açtığı yabancılaşma vb. sorunlar, buna bağlı olarak insan ile tabiat arasındaki ilişkinin gittikçe zayıflaması ve hatta kopması, müslümanların fıtrat kavramını daha geniş bir çerçevede ele alıp “fıtrılik ilkesi”ni yeni bir gözle yorumlama imkanlarını güncelleştirmiş ve geliştirmiştir. Bu bakımdan düşünce, klasik çağlarda ele alınışından daha farklı ve geniş boyutlar ve amaçlarla ele alınarak, İslam’a farklı kültür ve dini inançlara göre oldukça geniş imkanlar sunmuş görünmektedir.

İslam’ın fıtrata uygunluğu düşüncesi, içinde pek çok önemli alt düşünceyi ve kavramı barındırır. Her şeyden önemlisi fıtrılik, yaratılıştan gelenin iyiliği fikrini istilzam eder. Fıtratın ve tabiatın iyiliği, İslam’ın dünya görüşünde önemli bir yer tuttuğu kadar gerçekte İslam’ın -başta bazı kadim inanç ve öğretiler olmak üzere- farklı dini geleneklerden ayrıştığı hususların başında gelir. Bu yönüyle İslam, söz gelişi aslî günah ve kirlenmişlik düşüncesini kabul etmediği gibi buna bağlı olarak maddenin ve dünyeviliğin kötülüğünü de ilkesel olarak tanımaz. Bunun yerine “Eşyada asıl olan şey mubahlıktır” şeklinde dile getirilen bir düşünceyle başta insanın yapıp ettiği tüm ürünleri ve eylemleri olmak üzere, her türlü dünyevi işe karşı olumlu bir tavır sergiler. Öte yandan bu yaklaşım, dünyevi hayata karşı daha eleştirel bir tavrı benimseyen sufilerin dünyeviliği küçümseyici ve dışlayıcı yaklaşımlarının genel adı olan “zühd”ün zamanla gerçekçi ve makul sınırlara çekilmesinde etkin bir rol oynamıştır. Bu yönüyle İslam’ın dünyayla ve insan fıtratıyla barışık tavrı, sufileri –katı bir zahitliği tercih etmek yerine- dünyaya ve hayata karşı yükümlülüklerini öncelemeye icbar etmiştir. Bunun yanı sıra bu düşünceler, fıtratın ve tabiatın korunmasını bir yükümlülük olarak ortaya koyar. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın yarattığının değiştirilmesin günah sayan ayetler, konu hakkında müslümanların yükümlülük sınırlarını belirler.

Müslümanların tabiat ve fıtrat anlayışlarını belirleyen başka bir düşünce ise, “olabilecek alemlerin en mükemmeli” şeklinde dile getirilen ve hayatın her alanına karşı genel bir iyimserliği anlatan prensiptir. İslam’daki bütün nazari ekollerin neredeyse hepsinin hemfikir oldukları bu düşünce, insanı ve çevresiyle birlikte bütün alemi “olabilecek alemlerin en iyisi” sayarak koruduğu gibi aynı zamanda onu Allah’a işaret eden bir alamet sayarak başka bir yükümlülük yükler insana: İnsan Tanrı’yı alemden hareketle bilebilir ve bu nedenle içerdiği sonsuz parçalarla bütün alem, Tanrı’yı gösteren bir işaretler bütünü olarak görülmelidir.

İslam’ın bu öğretileri sufiler tarafından cüzi konulara uyarlanmış ve maharetle işlenmiştir. Bu yönüyle sufiler, fıtratın korunması üzerinde durarak, “inhirafa” karşı “selimlik” ve “itidal” kavramlarını öne çıkartmışlardır. Fıtratın bozulması, onun olması gereken halden sapması ve itidalini yitirmesidir. Bozulmanın pek çok nedeni sayılabilir. Bunların arasında toplumsal alışkanlıklar, gelenekler, inançlar vb. gibi insanın içinde yaşadığı çevre şartları gelir. Sufiler ‘İnsan fıtrat üzerinde doğar, babası ve annesi onu yahudi veya hristiyan yapar’ anlamındaki hadisi bu çerçevede yorumlamıştır. Öyleyse insanın yaşadığı beşeri ve tabii çevrenin muhafazası, bireysel fıtratın korunması kadar önemli bir yükümlülüktür.

İbnü’l-Arabi ve takipçileri, fıtrat ile İslam arasındaki ilişkiyi özdeşliğe vardırır ve insanın gerçekte “İslam fıtratı” üzerinde yaratıldığını kabul ederler. Daha önce Cüneyd-i Bağdadi gibi sufiler de “fena ve tevhit” teorilerini benzer bir fıtrat anlayışına dayandırarak açıklamışlardı. Onlar, insanın fıtraten tevhit inancına sahip olduğunu ve İslam’ın bu nüveyi esas alarak geliştirdiğini dile getirmişlerdir. Öyleyse “fıtrat”, dinin kendisine insanda bir dayanak bulması için önemlidir ve onun korunması bir yükümlülüktür.

Selim fıtrat kadar önemli başka bir kavram, mizacın ve aklın sahih ve sağlıklı olmasıdır. Bu düşünce, Müslüman düşünürleri tarafından ayrıntılı işlenmiş bir nefs tasavvuruyla ortaya konulmuştur. Bu bağlamda sufiler mizacın korunması üzerinde önemle durarak ahlak anlayışlarını buna dayandırmışlardır. İbnü'l-Arabî’den itibaren gelişen metafizik tasavvurda tasavvufun seyr ü süluk yöntemleri, fıtrat, mizaç ve tabiatın korunması üzerinde odaklaşmıştır. Mesela İbnü'l-Arabî, tasavvufun ana ilkesinin insandaki duygu ve kabiliyetlere “yön vermek” olduğunu ısrarla belirtirken bu hususa işaret eder: Tasavvuf insan kabiliyetlerinin sınırlandırılmasını veya belirli bir şekilde yok edilmesini kesinlikle reddeder. Bu noktada insanın sahip olduklarının korunması ve geliştirilmesinde odaklaşan tasavvufî tavır, İslam’ın fıtrilik ilkesine bağlanır ve onu yansıtır. Çünkü din, insanın sahip olduklarını azaltmak veya ortadan kaldırmayı değil, onu daha iyiye ve geniş alana taşımayı amaçlar.

Bu noktada ortaya çıkan başka bir kavram ise, hem insan duygu ve davranışlarını hem de alemdeki her bir şeyi ilgilendiren itidal kavramıdır. Sufiler, seyr ü süluk ile varılmak istenilen ahlak idealini “insanın davranışlarındaki itidal” ilkesiyle ifade etmişlerdir. İtidal, sadece ahlakta hedeflenmez veya -söz konusu olan insan ise- nefsin ve mizacın ideal durumunu anlatmaz. İtidal, varlıktaki her şeyde bulunan ölçünün adıdır. Bu durumda sufiler, sadece insan için değil, bütün alem için “itidal” durumundan söz etmişlerdir. İtidal, sufiler için öncelikle yaratılıştaki gayelilik ve nizam fikriyle irtibatlıdır. Bu düşünce, esasta Tanrı-alem-insan ilişkilerini açıklayan bazı ayetlerin yorumlanması ile İslam düşünürlerinin nazariyeleri ışığında ortaya konulmuştur. Bu yaklaşımda bir şeyin itidal hali, onun yaratılış sebebine işaret eder. Her şey belli bir sebeple yaratılmıştır ve varlıkta bulunuş gayesi o sebebe bağlıdır. İnsanlar için bu sebep, bir ayette de belirtildiği gibi, Allah’a ibadet etmektir. Aynı şey, bütün yaratıklar için geçerlidir ve yaratılmış her şey, belli bir gaye için var olmuştur.

Bu düşünce, sufilerin üzerinde durdukları başka bir fikre kaynaklık eder ki, bu husus, özellikle insan-çevre, en genel anlamıyla insan-tabiat arasındaki ilişkileri anlamak bakımından önemlidir. Sufiler, inorganik tabiata farklı bir üslupla yaklaşmışlardır. Menkıbelerde ve tasavvufun popüler metinlerinde konuyla ilgili düşünceler edebi ve şairane bir üslupla anlatılmış ve her şeyin Tanrı’ya ibadet ettiği ve O’na hamd ettiği dile getirilmiştir. Ancak bu menkıbevi anlatının nazari temelini İbnü'l-Arabî ortaya koymuştur. İbnü'l-Arabî, alemin yaratılış gayesini Tanrı’nın kemallerinin tecelli ettiği bir aynada “kendini bilme arzusu” olarak ifade etmişti. Buradan ise bütün alemi Tanrı’yı bilmek isteyen veya Tanrı’yı gösteren bir alamet ve işaret saymıştır. Bunun bir neticesi ise, her şeyin Tanrı’nın kemalini övmesi ve O’na hamd etmesidir. Bu durumda sadece insanlar değil, bütün varlıklar bu ibadet ve hamde katılır. Her biri, Tanrı’nın iradesini gerçekleştiren birer araç haline gelir. İbnü'l-Arabî, taşlardan, madenlerden, ağaçlardan bitkilerden, yıldızlardan, farklı hayvan türlerinden söz eder ve bunların Tanrı’yı nasıl övdüklerini anlatır. Ona göre, bir duyu yanılması olarak ‘cansızlar” diye isimlendirdiğimiz şeyler, gerçekte sadece “donuk” diye isimlendirilebilir: Her şey canlıdır ve hatta her şey “bilme” gücüne sahiptir. Bu durumda insanın çevresiyle ve genel anlamda tabiat ile ilişkisi, canlı ve akıllı bir varlığın cansız nesnelerle ilişkisi gibi değil, aksine canlı ve akıllı bir varlığın kendisi gibi canlı ve bir amaçla yaratılmış varlıklarla ilişkisine dönüşür. İnsan ancak böyle bir tabiat ve alem içinde kendi yerini bulabilir ve ancak böyle bir gözle yorumladığı tabiat insanı Tanrı’ya ulaştırabilir.


Ekrem Demirli