25 Ocak 2009 Pazar

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

Bülent GÖKÇEN Yazmış: 15 Ocak 2009 23:57
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ (1. Bölüm)
Masal bu ya: Zamanın birinde, ömrünü dine adamış bir keşiş varmış. Mabed’deki her işe koşar, hizmette kusur etmez ve çokça dua edermiş. Ama bu keşişin, kendisinde kusur olarak gördüğü bir huyu varmış ve bu yüzden de içten içe çok rahatsız olurmuş. Okuduğu kutsal kitabında, aklına takılan soruların ardı arkası kesilmiyormuş, özellikle de bir insanın nasıl “tanrının oğlu” olabileceği gibi, aklın ve mantığın onay vermediği ama sahip olduğu inancın bunu sorgulamasına izin vermemesi, sadece inanması gerektiğini söylemesiymiş.

Bu şüpheler, keşişin beynini içten içe kemirirken, kutsal kitabın dışında da araştırma yapmaya karar verir.İlk olarak şehirde, herkesin profesör dediği, tanrıyı kabul etmeyen adamla görüşmeye gider. Ama bunu gizli yapar. Çünkü! dini otorite, profesörle görüşmeyi şiddetle yasaklamaktadır. Neyse bu görüşmede günler günleri kovalar, keşiş aklındaki sorulara profesörden, bilimsel ve tarihsel cevaplar alırmış. Profesör her seferinde söze, bir tanrının olmadığından, evrenin kendi kendine var olduğundan, canlılığın doğal bir seleksiyon sonucu oluştuğundan, insan neslinin bu doğal seleksiyon sonucu oluşan canlılığın, bir dizi evrim sonuçu ortaya çıkan bir tür olduğundan bahsedermiş.

Keşiş bu sürecin sonunda aklında daha da artan sorularla mabedin bahçesinde gezinirken şunları düşünür: Daha önce bir tanrının var olduğuna inanıyordu fakat bugün bundan emin değildi, daha önce bir insanın nasıl “tanrı oğlu” olduğunu sorgularken, bugün insanın, maymun türünün, evrim basamağında bir üst basamak canlı türü olduğunu, dolayısıyla insanın özel yaratılmadığını, düşünen bir hayvan olup olmadığını sorguluyordu.Kafasında bu sorular arı gibi vızıldarken birden gözleri heyecanla fal taşı gibi açıldı. Evet dedi: İnsanlığın şimdiki hali eğer evrimin bir basamağı ise, evrimleşme sürecinde ki bir sonraki basamak ya da basamaklarda insan ne olacaktı, neye dönüşecekti?Kalbi heyecanla atmaya başlamıştı. Evrimleşme süreci devam ettikçe insanın konumu ne olacaktı?

Keşiş bu duygular içerisinde gezinirken birden durdu ve gayri ihtiyari olarak aman tanrım, diye bağırdı.Tanrının var olduğuna olan inancı neredeyse inkar noktasındaydı ama o, aman tanrım diye bağırmıştı neden? Bunun üzerinde fazla durmadı, çünkü! Aklına müthiş bir soru gelmişti. Eğer dedi: İnsanın evrimi sürüyorsa bir alt basamak olan maymunların da evrimi sürecek dolayısıyla onlar da ilkel insana dönüşecekti.Acaba dedi: Şu anda evrim sürecinde ilkel insan formunda olan ırklar var mıydı? Acaba, şu anda evrimin en üst basamağında hangi ırk vardı? Evrimleşme sürecinde geriden gelen ırklar henüz insan değillerdi, ara basamak, hayvanla insan arasında ara ırk sayılırlardı.

Keşiş, aklındaki bu sorularla, mabedin kütüphanesine inerek eski azizlerin kitaplarından bu konuda araştırma yapmaya başladı. Evet eski azizler de, insanın bu süreçten geçtiğini söylüyorlardı. Dolayısıyla profesör yani bilim haklıydı. Keşişin, profesörle olan görüşmelerinin sonunda tanrı inancı tamamıyla iflas etmiş, yönelecek bir tanrı olmadığı için mucize de olamayacağına karar vermişti. Tanrı yoksa, mucize yoksa, peygamber denen “tanrı oğlu” da olamazdı. Artık keşişin nazarında sevap ve günah, cennet ve cehennem de geçerliliğini yitirmiş, sadece evrimin en üst basamağında olanlar ve altta olanlar vardı.…....Keşiş bu düşüncesinden dolayı din otoritesi tarafından kovulup, aforoz edilmişti. Artık insanlara bu yeni düşüncesinin bakış açısıyla, acıyarak biraz da kovulduğu için öfkeyle bakıyordu. Kendini en üst basamakta sayıyor, diğerlerine insan olarak bakmıyordu. Nasıl baksın ki! Artık herkesin davranışlarında, yemesinde ve içmesinde bir hayvanın sıfatını görüyor, evrimleşme sürecinde, o hayvanın sıfatının kişide ya da ırklarda baskın kaldığını düşünüyordu. Artık kendisi, henüz insan olamamış bunların arasında kalamazdı. Şehir dışındaki bir dağa çekilerek, yalnız yaşayıp evrimini orada tamamlayacaktı…

Keşiş, dağın başında, yalnız yaşadığı kulübede uzun uzun düşüncelere dalar, geceleri ay’ı, yıldızları saatlerce seyreder, gündüzleri ise yabani yemişle beslenirdi. Neden sonra yabani yemiş ağaçlarını aşılamaya karar verir…İşte ne olduysa bu aşılama işlemine karar verdiği zaman olur. Bu ağaçlar yıllardır burada ve yabani yemiş vermekteydiler. Kendisi daha önce de bu dağa gelmiş hatta çocukken bile arkadaşlarıyla gelip yabani yemiş toplamıştı. Bugüne kadar ağaçlarda bir değişme olmamıştı, hala yabani yemiş vermekteydiler.Kendisi bu ağaçları aşıladığı zaman ağaç farklı meyve verecekti ve bu iş dışarıdan bir müdahale ile yapılacaktı, bilinçli bir müdahale ile…

Aklına birden Adem’in, insanlığın ilk atası olmadığı, kutsal kitapta da zaten ilk insan olarak bahsedilmediği gelir. Kendisinin, yabani ağaca aşı yapması gibi var olan insan ırkına da acaba bir müdahale yapılmış olamaz mıydı? Peki bu müdahaleyi kim ya da kimler yapmıştı?..O gece yıldızları seyrederken oralarda hayat olup olamayacağını düşündü. Neden olmasın ki? Dünyadaki ortama göre, buranın şartlarına göre oluşan canlılık, dünya dışındaki yerlerde yani yıldızlarda da, o ortama göre oluşabilirdi. Oralarda da evrimleşme süreci, dünyaya göre hızlı ya da yavaş olabilirdi. Keşiş tekrar heyecanlanmaya başlamıştı. Bu sorularla yeniden canlanmıştı sanki. Ama bir sorun vardı. Artık tanrının varlığına inanmıyordu ve dünyadaki insan nesline kim ya da kimler, niye müdahale yapmışlardı. Bu müdahaleyi yapanlar bu müdahaleyi yapabilecek kadar bizden üstündüler. Tamam tanrı yoktu, oralarda da ve dünyada da tamamen doğal bir seleksiyon sonucu oluşan canlılık, bu canlılığın evrimi ve bu evrimin sonunda dünyada oluşan insan ırkı ve yıldızlarda insandan da öte evrimleşmiş bir canlı türü vardı ama bu iş bu kadar basit olamazdı, daha ötesi olmalıydı…

Keşiş, yıldızlardaki hayatın varlığını düşünüp buna inandıktan sonra azizlerin kitabında bahsedilen bir olay aklına geldi. İsrail oğullarının, peygamberi zamanında bir kavimin, peygambere asi olduğunu bu yüzden de, o peygamber tarafından yeryüzünden silinmeleri için beddua aldıklarını, peygamberin daha sonra merhamete gelerek yeryüzünden çekilmeleri şeklinde duasını değiştirdiğini ve tanrıya, o kavimle birlikte dua ettiklerini, iman ehli olarak göğe çekildiklerini iman ehli bir kavim olarak seyyarelerin (gezegen, peyk) birinde yaşadıklarını, kıyamete yakın bir zamanda bu kavimle komşuluk edecek kadar yakınlaşacağımızı, o gün bizleri araçlarına davet ettiklerinde hiç çekinmeden binmemiz gerektiğini okuduğunu hatırlar. Aziz, kitabında bu yazının sonunda şöyle bir cümle sarf etmiştir:GÖKLERDE HAKİKATLER YERYÜZÜNDE HİKAYELER VARDIR…

Bu söz, keşişin beyninde bir şok etkisi yapar, beyni adeta zonklamaya başlamıştır. Nasıl zonklamasın ki? Tanrı tarafından diğer canlılardan ayrı olarak bir anda, özel olarak yaratıldığını düşünürken bunun böyle olmadığını, Adem’den önce yeryüzünde oluşan canlılığın bir dizi evrim sonucu, şeklen bugün ki insana benzeyen bir türün ortaya çıktığını, tanrının, “yeryüzünde halife yaratacağım,” dediği zaman, meleklerin, “yeryüzünde kan dökecek birini mi yaratacaksın,” diye soru sorduklarını ve bu sorudan da yeryüzünde zaten var olan ve kan döken bir türün yaşadığının anlaşıldığını, daha da ötesi bu ifadelerden, insandan başka, adına melek denen canlı ve şuurlu varlıkların olduğunu anlıyordu. Kendisinin var olan yabani ağaçları aşılaması gibi melek denen bu varlıklar, tanrının emriyle o günkü insan türü üzerinde bir nevi aşılama yaparak Adem neslini başlatmış olabilirlerdi. Tanrının müdahalesi meleklerin eliyle gerçekleşmişti. Kafasındaki tanrı inancı zaten daha önce iflas etmişti. Fakat insanları, melekleri, dünyayı, yıldızları var eden sistemin bir başlangıç noktası olmalıydı, bütün bunların bir nedeni olmalıydı ve tabii ki bir de neticesi olmalıydı. En önemlisi ise bütün bunlara hakim, kapsayıcı ve tasarruf eden bir güç olmalıydı. İşte bu güç, melekler ile bakire Meryem üzerinde bir müdahale yaparak İsa peygamberin, babasız dünyaya gelmesini takdir etmişti ve bunun adına mucize deniyordu…Keşiş tekrar o yüce gücün varlığı ile buluştuğu için çok rahatlamıştı sanki, yeniden doğmuştu ve birden ağlamaya başlamıştı. Seni buldum, seni buldum diye ağlıyordu.

O gece rüyasında İsa peygamberi gördü. Onu kutluyordu, kendisinin çarmıha gerilmediğini yüce Allah’ın, onu diri olarak Musa peygamber zamanında, göğe çekilen ASRİ uygarlığı gibi, İdris peygamber gibi göğe çektiğini, ahir zamanda işareti AYYILDIZ olan bir kavmin olduğu yere AYASOFYA denen bir mabede, Ahir zaman Peygamberinin ümmeti olarak indirileceğini ve bunun artık çok yakın olduğunu söyledi.Keşiş, ahir zaman peygamberinin kim olduğunu İsa peygambere sorar. İsa peygamber, O’nun adının gökte Ahmed, yerde Muhammed sallallahü aleyhi ve selem olduğunu O’na tabi olması gerektiğini söyleyerek gözden kaybolur.Keşiş sabahleyin uyandığında dağın, taşın ve ağaçların O peygamberin ismini zikrettiklerini duyup müşahede eder. İsa peygamberin rüyasında dediği gibi, O peygambere tabi olmak ve bayrağı ay yıldızlı memlekete dolayısıyla o memleketteki Ayasofya mabedini aramak için yollara koyulur.Keşişin o gece göremediği ya da dikkatini çekmeyen bir şey olmuştu. O gece her yüzyılda bir gökyüzünde görünen AYYILDIZ bir kez daha görünmüştü ve keşiş o, ay yıldızı aramaya gidiyordu…Biz de onunla birlikte arasak mı acaba?…

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ (2. Bölüm)
Keşişin, Ayasofya’yı aramak için yollara düşmesinden kısa bir süre sonra yolu bir Müslüman beldesine uğrar. Bu belde de yaşayanların giyimi, başlarında sarık ya da kafalarını kaplayan beyaz bir takke, üstlerinde bol bir cüppeyle dikkat çekmektedir. Erkeklerin geneli temiz ve kısa sakallı, yaşlı olanların sakalı genç olanlardan biraz daha uzun, kadınları ise baştan aşağı siyah çarşaflı ve yüzleri peçeliymiş.

Keşişin kıyafeti ise bu beldede ki Müslümanlardan hem farklı hem de Müslümanların ifadesi ile gayri Müslim olduğunu göstermekteymiş. Sakalı da, kıyafeti de yaptığı uzun bir yolculuktan dolayı gayet kirli imiş…. Keşiş bunları gözlemler ve düşünürken, annesinin elinden tutarak yanından geçen bir çocuğun şu ifadeleri ile kendine gelir:- Aa! Anne bak, bir Hıristiyan…Keşiş başını onlardan yana çevirdiğinde, kadının bakışlarındaki kendisini ötekileştiren, küçümseyen ifadeyi fark eder. Kadının yüzündeki bu ifade, bir zamanlar kendisinin, hayvani sıfatlar yakıştırarak insanlara olan bakışın aynisidir. Rüyasında gördüğü İsa peygamberin, ismini Allah olarak bildirdiği O mutlak güce karşı geçmişindeki o halinden mahcup olur, yüreği sızlar.
Çocuk annesine, keşişi eliyle göstererek şöyle der:- Anne! Bunlar bizim peygamberimize inanmıyorlar değil mi?Annesi çocuğa evet diye kısa bir cevap vererek hızla onun yanından uzaklaşırlar. Keşiş, bizim peygamberimiz ifadesine içten içe sadece bir tebessüm eder…
Keşiş biraz su içmek ve elini yüzünü yıkamak için meydandaki çeşmeye doğru ilerler. Çeşme başında, çoluk çocuk ve kadınlar ellerinde testi ile sıra olmuşlardır. Bizimki su içebilmek için müsaade ister, kadınlar: Tabii keşiş efendi buyur, diyerek yer verirler. Keşiş, ellerini yıkayıp, avuçlarıyla su içecekken, yalağın kenarında atıl duran kırık bir testinin, şiirimsi bir şekilde kendine seslendiğini duyar. Çeşme başındakilerin bu adam ne yapıyor diyen şaşkın bakışları arasında kırık testiye uzanarak suyu onunla içer. Fakat su acıdır ve istemeden yüzünü buruşturur. Testiye, suyu niye acılaştırdığını sorar ve bakın testi nasıl cevap verir:
Bir zamanlar kudretli padişah idimÖlümün karşısında çaresiz eğildimCansız kara toprağa uzanıp, serildimBir mezarlığa gömülüp, sonra terk edildim

Sarayımı, baykuşlar mekan tuttuEn sevdiklerim dahi ismimi unuttuEtlerim dökülüp, gözlerim oyulduYaptıklarımın hesabı bir bir soruldu
Toprak olup rüzgarla savruldumÖlümün acısıyla yanıp, kavruldumSu katılıp, kerpiç diye işlendimFırınlara atılıp, pişsin diye beklendim
Çamurla sıvayıp, duvar diye ördülerNiceleri.. hep bu akıbeti gördülerZaman geçti, duvar da artık eskidiDediler ki, yıkalım, yerine yenisini yapalım
Yıkıldım bin parçaya dağılarakHani padişah idin… dedim, halime bakarakYıllarca rüzgarla oradan oraya savrularakSonunda bir testi oldum,Yine fırınlarda yanarak
Dediler ki! İçime dolan su acı oluyormuşBöyle testiler, kırılıp atılıyormuşKırdılar, yere çalarak her bir yerimiSonunda bir çöplükte buldum kendimiİyi dinleyin, öğrenin bu akıbetimiUnutmayın her şeyin tek SAHİBİNİ
Ey Allah’ın kulu: Ben bunları nice zamandır insanlara derim de beni duymazlar, ama sen duydun. Çünkü! davete uydun, var git yolun kutlu olsun…
Bizimki, kadınlara dönerek: Allah razı olsun sözüyle teşekkür eder. Kadınlardan biri de: Senden de Allah razı olsun keşiş efendi, diye cevap verir. Diğer kadınlar bunu söyleyen kadına karşı çıkarlar. Bir gayri müslime, Allah razı olsun denemeyeceğini; sadece Allah hidayet versin, denebileceğini tartışmaya başlarlar. Allah razı olsun diyen kadın tartışmaya şu sözüyle son noktayı koyar:-Allah’ın hidayet vermesi, zaten ondan razı olması demek değil midir? Ha razı olsun demişsin, ha hidayet versin demişsin, ne fark eder…

Keşiş, testinin dile gelip söylediklerini düşünerek oradan uzaklaşırken, müezzin, vakit ezanını okumaya başlar. Ezanın sesiyle birden dona kalır, her azası titremeye başlamış, dizlerinin dermanı kesilmiş, insanlar, hayvanlar, ağaçlar ve şehir gözünden silinmiş, gözleri, kulakları, elleri ve ayakları her zerresi bu sese yönelmiş, “lebbeyk Allah’ım lebbeyk” diyerek tespihe başlamışlardı. Keşiş, vücudundaki her zerrenin tespihine iştirak ederek, diliyle “lebbeyk Allah’ım lebbeyk” diyerek zikre başlar.

İnsanlar, koşarak yanından geçip camiye gidiyorlardı. Aralarından birinin kendisine seslenmesiyle kendine gelir gibi oldu. Seslenen kişi şöyle diyordu:- Keşiş efendi! Ne avare avare bakınıyorsun? Bu ezan ezan, bizi yani Müslümanları namaza çağırıyor. Hani siz kilisede çan çalıyorsunuz ya onun gibi bir şey işte…

Keşiş bu çağrının, bu hitabın, bu seslenişin manasını anlayamamış, sesini duyamamış, adamın niye ve nereye gittiğini bilmeden camiye koşmasına bakıp sadece tebessüm etmişti.Kalabalıkla birlikte caminin kapısına kadar gelerek, insanların, hayrola sen nereye? Diyen bakışları arasında kapıda durur. Caminin bahçesinde yerden yüksekçe bir masanın üstünde, üzeri yeşil örtü ile örtülmüş bir tabut vardır. Tabutun iki başında iki kişi beklemektedir. Birden dikkatini çeken bir manzara müşahede eder. Adamın biri, kalabalıkla konuşmaya çalışmakta, aralarında gezinmekte ve insanların içinden geçmektedir. Buna karşın hiç kimse onu duymamakta, görmemekte ve asıl tuhaf olanı; adamın, insanların içinden geçtiğinin kendisinin dahi farkında olmayışı imiş…Keşiş hayret eder. Epey zamandır çok farklı şeyler müşahede etmiştir ama böyle bir şeyi ilk defa görmektedir…

Günlerden Cuma olduğu için Cuma namazı kılınmaktadır. İmam sesli olarak fatiha ve Kuran’dan sure okumaya başlayınca keşişi, ezan sesinde olduğu gibi ayni şevk, ayni cezbe sarmıştır. Caminin bahçe kapısının dibine çökerek, kendini imamın okuyuşuna, bir yaprağın kendini suyun akışına teslim etmesi gibi teslim eder ve başını öne eğerek hıçkırıklarla ağlamaya başlar. Ağlar… ağlar takii….. İmam: “Esselamü aleyküm ve rahmetullah,” diyerek sağına selam veresiye kadar…Keşiş, gayri ihtiyari olarak kendinin de ayni şekilde selam vererek, başını sağa çevirdiğini fark etmez bile, fark ettiği tek şey; O anda gördükleridir…Keşiş bu müşahedeye dayanamaz ve oracıkta bayılır. Sırtını duvara verdiği için camiden çıkanlar, onun uyuduğunu sanırlar. Önünden geçerken bazıları para atar, bazıları ise gayri müslime sadaka verilemeyeceğini yüksek sesle ifade ederler. Sadaka verenler ise, bir gayri müslimin kalbinin, İslam’a ısındırılması için verilebileceğini söylerler ve tartışma böyle sürüp gider…

Keşiş bu baygın halde yatarken bir rüya görür. Rüyasında, ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar: “Ya Adem efendi,” diyerek elinden tutmuş, Kabe’ye tay yi mekan yaparak götürmüştü… Kabe’nin etrafında mahşeri bir kalabalık vardı. Şehrin dışına çadırlar kurulmuş, her çadırın üstünde ay yıldızlı bir al bayrak tutturulmuştu. Her tarafta kendilerine Türk denen milletin askerleri vardı… Onu getiren ihtiyar yine elinden tutarak, askerlerin, çadırların ve mahşeri kalabalığın içinden adeta süzülerek Kabe’nin yanına kadar getirdi. Kabe’nin kapısında bir münadi yüksek sesle bağırıyordu. Kalabalıktan birisi de, o münadiye söyleniyordu… “Bu geçen sene de böyle bağırıyordu, kendisini Kabe’nin müdavimi sanıyor,” diyordu…Keşiş, onu getiren ihtiyar ve keşişin tanıdığı ama dünya hayatında hiç görmediği fakat o anda onu tanıdığını bildiği biriyle, üç kişi olarak Kabe’nin içine girerler.Kabe’nin dört duvarının birer adım mesafesinde, sıralanan insanların ayaklarını kaplayabilecek şekilde ve büyüklükte, yaprak motifli, altından yerler hazırlanmıştı. Bir münadi bunların hepsinin sahipli olduğunu yalnız şu karşı köşede ki sökülmüş, üç kişilik yerlerin kendilerine verildiğini söyler. Üçü de oraya giderek yıpranmış ama izleri belli ayak yerlerine ayaklarını koyarlar ve dizilirler. Evet burası kendileri için hazırlanmıştır ama henüz altın işleme yoktur…Münadi, keşişe seslenerek Kabe’nin dört cihetine, iki rekat namaz kılmasını söyler. Keşiş, Kabe’nin tam ortasına gelerek dört cihete iki rekat namaz kılar…Münadi, keşişe: “Ya Adem, Allah kabul etsin,” diyerek tebrik eder ve daha sonra bu üçüne Kabe’nin sırlarından anlatmaya başlar. İşte münadinin anlattığı Kabe’nin sırlarından:

KABE’NİN SIRRINDAN AÇILANLAR
Rabbim insanda, sıfatları ve esması ile zahirdir. Aslıyla batındır, gizlidir. İnsan geldiği nokta itibari ile Evvel’dir. Gittiği lamekan itibari ile Ahir’dir. Çünkü!… Yolculuğu evvel’den başlamıştır, ahiret’e uzanmaktadır.
Kabe’nin dört duvarı vardır. Biri zahir’dir, biri batın’dır, diğer ikisi evvel ve ahirdir. Kabenin görünüşte içi boştur. Fakat bu boş görünen mekanda, evvel ile ahir arasında sonsuz zahir ve batın tecellileri olmaktadır. Bu sonsuz tecellilerden, kişiye açılanlar zahir hükmüne geçer, açılmayıp gizli kalanlar batın hükmüne geçer. O yüzden, her kişinin yöneldiği zahir ve batın tecellileri farklı farklıdır.
Kabe’ye yöneldiğimizde, zahir olan bedenimiz ve sonsuz tecellilerden bize zahir olanlarla ve batın olan aslımızla ve sonsuz tecellilerden bize batın olanlarla, Rabbimizin, bize açılan zahirine ve gizli kalan batınına yöneliriz.
Kimisi taş duvarlara döner yönünü, kimisi sonsuz tecellilere açar gönlünü. İşin aslına bakarsan; yönelen de O, yönelilen de O…

Kabe’nin içinde namaz kılan biri, dört duvara da yönelebilir. Kabe’nin dışında namaz kılan dışarıdan duvara yönelir. Aradan duvarı kaldırırsan bu iki insan, yüz yüze yönelmiş olur. Yüz Cemalullah’tır, dil kelamullah’tır, el kudretullah’tır. Yöneldiğin duvar nefsindir. “Nefsini kaldır aradan, görünsün Yaradan,” sözü sana neyi anlatmak istiyor?…
Evvel ile Ahir arasında, sonsuz tecelliBir gönül ki! Hak eder tecelliGönül Kabe’sine tecelli olmadanKabe’ye varsan da boş, bunu anlamadan
Zahirde yöneldiğin dört duvardırBatında olan sonsuz tecelliler vardırGel sen, nefsini aradan kaldırO zaman görürsün, duvarın ardında kim vardır
İnsan başlı başına bir alemdir. Bu alemde, kalbin bulunduğu mekan Mekke, gönül ise Kabe’dir, dil Medine’dir. Davamız henüz dilimizdedir. Bu dava Hz. Resulullah’ın(s.a.v.) Mekke’nin fethi davasıdır. Yani; Hz. Resulullah henüz dilimizdedir, özümüze indiğinde fetih müjdesi gerçekleşmiş olacaktır.
İşte ondan sonra gönül beldesinden, gönül Kabe’sinden irşad başlayacak ve bu belde İslam diyarı olacaktır. Gönül Kabe’si fethedilmiş, Hz. Resulullah(s.a.v.) Kabe’ye girmiş olacağından vahyi ilahi misali, manalarda inzal olmaya başlayacaktır.
Dil bir çeşme misali bazen nefisten bulanık akmakta, bazen de gönülden duru ve berrak akmaktadır. Gönül Kabe’miz fethedildikten ve bu belde ahlakı Muhammadiye ile bezendikten sonra dil gönül Kabe’sinden, zemzem akıtmaya başlar ki! Duyup, içenlere şifa olur.

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ (3. Bölüm)
Keşiş kendine geldiğinde cemaat dağılmış, bir kısmı da cenazeyi defnetmek için şehrin kabristanlığına gitmişlerdi. Caminin bahçesindeki söğüt ağacının dallarında bir bülbül ahenkli ahenkli ötmekteydi. Az ötede iki tane kumru yem için yerleri gagalamakta, çatıya konmuş olan güvercinler de meraklı bakışlarla onları izlemekteydiler.Şehre geldiğinden beri hiçbir şey yememişti. Gözü, önüne bırakılmış paralara ilişti. Kendi kendine “Kalk ya Adem,” diyerek oturduğu yerden doğruldu ve paraları kuşağının içine koyarak, şehrin hamamına doğru yöneldi. Hamamcı başı, bu öğlen sıcağında girişe ve tam gölgenin altına tabureyi atmış şekerleme yapıyordu. Keşiş, hamama girecekken, hamamcı başı uyanarak oturduğu yerden kalkar ve keşişin omuzlarından tutar…- “Bre keşiş efendi: Hele dur biraz, hamam beleş değildir, para var mı para?”Keşiş, hamamcıya doğru döner ve kuşağından paraları çıkararak, “işte” der. Fakat tam o sırada üzerleri gayet iyi giyimli bir grup, hamama girmektedir. Aralarından en yaşlısı ve elinde iri taneli tespih olan, hamamcı başına dönerek şöyle der:- “Bre ey cahil: Bilmez misin ki, Müslüman olmayanlar, necistir, pistir. Onların yıkandığı suyla yıkanacak değiliz herhalde! Onu buraya alamazsın.”Sonra keşişe dönerek:- “Bre gavur, üzerindeki necislikle bizimle ayni hamama giremezsin, tövbe tövbe..”

Keşiş, elindeki paralarla oradan ayrılır. Az ötede fırından taze ekmek kokusu gelmektedir. Bari ekmek alayım, karnımı doyurayım diyerek fırına yönelir. Fırıncı, üstü başı kir içinde olan bu adamın kendine doğru geldiğini görünce, içerideki müşteriler rahatsız olmasın diye çırağının eline bir ekmek verip keşişe gönderir ve onu başından savar..Keşiş bir elindeki paralara, diğer elindeki ekmeğe bakakalır. Az ötede bir dede ile torun dilenmektedir. Elindeki paraları götürüp ihtiyara verir ve şöyle der:- “Al baba senin olsun, çünkü! Benim değilmiş. Bunlarla hamama girip yıkanamadım, ekmek alıp doyamadım…”İhtiyar dilenci, önce paralara sonra keşişe bakarak şöyle der:- “Her şey Cenabı Allah’ın takdiri iledir ve nasip bir emanettir. Bunlar da size bir emanetmiş ki; harcayamamışınız, emanet sahibini buldu evladım sağ olasın.”
Keşiş bu ihtiyarın sözlerinden çok etkilenir ve konuşmaya devam eder.- “Dede, torun senin mi?”- “Benimdir efendi. Oğlumun bir emanetidir.”- “Dede, oğlun nerededir? Gurbette filan mı?”- “Oğlum vefat etti, ben de yaşlandığım için çalışamıyorum. Gördüğün gibi dilenerek geçinmeye çalışıyoruz.”- “Evlat, senin adın ne?”- “Önce Adem sonra Hasan”- “Allah, Allah! Niye önce Adem sonra Hasan? Söyle bakayım.”- “Herkes babasının ismiyle anılırmış. Adem bizim babamız, biz de onun dalları imişik. Ben Adem ağacının, Hasan isimli dalıyım.”- “Sana bunları kim öğretti evladım?”- “Dedem öğretti amca…”

Keşiş, ihtiyardan ve bu çocuktan çok etkilenmişti. Tarif edemeyeceği bir şekilde bunlara yakınlık hissediyordu. İhtiyarı sanki doğduğu günden beri tanıyordu. “Tuhaf bir duygu,” dedi kendi kendine… Yanlarına oturarak, ekmeğini üçe bölerek onlara da verdi…Tam bu sırada bir köpek kuyruğunu sallayarak yanlarına gelir, belli ki o da açtır. Keşiş kendi payını ikiye bölerek duvarın dibine, bir kağıdın üstüne bırakarak köpeğe de ekmek verir.
İhtiyarın da keşişe kanı ısınmıştır. Her halinden kalacak yeri olmadığı bellidir. Allah’ın, kendileri gibi bu garip kulunu kalması için fakirhanelerine davet eder.- “Geleyim gelmesine ama; şu yavrucuğun anası rahatsız olmasın?”- “Annem bizimle değil ki; hoca İbrahim ağa ile yaşıyor.”- “Hoca İbrahim ağa ile mi yaşıyor?”İhtiyarın yüzü, birden değişmiş ve gözleri nemlenmiştir. Hiddetli bir şekilde cevap verir:- “Yok be efendi; hoca filan değil, cinlerle uğraşan ve halka muska filan yapan herifin teki dedesi, gizli ilimlere vakıf ve Allah yolunda olan biriymiş. Dedesinin bütün kitapları şimdi bunun elinde, yani anlayacağın emanet emin ellerde değil… Seni hamamdan kovan, işte oydu…”- “Dede; vefat eden oğlun ya da sen daha önce ne iş yapardınız, neyle geçinirdiniz?”- “Ormandan odun keser ve şu gördüğün fırın ile hamama satardık.”- “Dede be: Sizin fakirhanede kalmam karşılığında, ben de ormandan odun kesip satsam, sen de dilenmesen ve beraber geçinsek olur mu?”- “Gayri bizim için dilenmek bitmiştir. Dilendiren de O, senin elinden nimetlendiren de O. Benim, dilenmekle olan imtihanım bitmiştir, lakin; bu beldenin Müslümanları, benim üzerimden tecelli edecek rahmeti tepmiştir. Senin bize bakman sebeptir ve rahmet bu sebeple tecelli edecektir…

Keşiş, ihtiyarın koluna girerek hep beraber eve giderler. İhtiyar ölen oğlunun elbiselerini atmamış ya da birine vermemiş, sanki bugün için saklamıştır. Keşiş bir güzel banyo yaptıktan sonra bu elbiseleri giyerek üstünü değişir…O günden sonra; bizim ki her gün ormana gider, odun keser, fırıncıya ve hamama satarmış. Kazandıkları ile bu ihtiyara ve torununa bakar, hizmetlerini görürmüş. Oğlana da yeni elbiseler alarak mektebe yollamaya başlamış.Günler günleri, aylar ayları kovalamış. Kendisinin Müslüman olduğunu bilen yokmuş. Keşiş geldi-keşiş gitti, diye diye ismi, HALKIN nazarında keşiş kalmış!!! Namazını gizli kılar, Kuran’ı gizli okurmuş…
Bir gece, ağlama sesiyle uyanmış. Ses, ihtiyarın odasından geliyormuş. İhtiyar seccadesinin üzerinde hem ağlıyor hem dua ediyormuş…- “Allah’ım! Şu garip kulun şu aciz kulun, sana, seninle yalvarıyor. Allah’ım! Ben biliyorum ki hiç kimse senden daha merhametli değildir. Zira; kullarındaki merhamet te sendendir.Allah’ım hidayet veren sensin ve senin, bizim hizmetimize memur ettiğin şu gayri Müslim kuluna hidayet ver. Onu, ümmeti Muhammed’e(s.a.v.) ve bu ümmetin evliya zümresine dahil eyle”diye yalvarıyormuş…
Keşiş, tüm tecellilerin ve oluşların tek bir AN’da olduğunu bildiği için, zaman denen sıralamaya göre geçmişte keşişken, gelecekteki bir ihtiyarın yaptığı dua ile hidayet bulmuş, o duanın feyzi ile Adem olmuş ve garip müşahedelere nail olmuştu. AN’ı yaşamıştı. Her şey geçmişten geleceğe doğru akarken bu ihtiyarın duası geçmişe akmıştı. Allahü Ekber…Keşiş daha fazla dayanamayıp ihtiyarın ellerine sarılır ve kendisinin de Müslüman olduğunu, adının da Adem olduğunu söyler ve beraberce ağlarlar… Neden sonra ilk konuşan ihtiyar olur…

- “Her şeyi bilen, bildiğinden dilediği kadarını bildiren O’na hamd olsun. Demek bize zahir olan bu kadarmış…”- “Hayırdır baba! Zahir olan ve gizli kalan nedir?”- “Evlat; gayri zamanı geldi, anlatayım da dinle…Benim rahmetli babam da oduncuydu. Ormana odun kesmeye giderken çoğu zaman beni de yanında götürürdü. Babam odun keserken, ben ormanda oynar, hayvanları kovalardım. Fakat akşam hava kararmadan ormandan çıkardık. Ormanın sırrı var derlerdi ve çok enteresan şeyler anlatılırdı, çok tuhaf şeyler.- “Doğrudur baba; Cenabı Allah’ın tecellileri ve gaybının sırları bitmez.”- “Anlatıldığına göre, bu ormana geceleyin yolu düşen bir çok insan burada kaybolmuş, bir çoğu da hayvanların kendileri ile konuştuklarını ya da şekilden şekle giren hayaletler gördüğünü söylemiştir. İşte bu yüzden rahmetli babam, hava kararmadan dönerdi.- “Baba bunların hangi mahluk olduğunu biliyorsun, sır dediğin bunlar mı?”- “Hayır evlat. Sır olan bunlar değil. Bunlar buradaki sırdan dolayı burayı mesken tutmuşlar zaten ve bir çoğu da bizim boyutumuza ait olan bildiğimiz mahlukat değil.”- “Diğer alemlerin mahlukatını buraya bu ormana çeken sır nedir baba?”- “Onu ben de bilmiyorum evlat. Yalnız tek bildiğim oniki ya da onüç bin yıllık bir sır olduğu. Rahmetli babam da bunların hangi mahluk olduğunu bilirdi ve bunu için her ormana geldiğimizde Ezanı Muhammediyi okurdu.”- “Rahmetli, ezanın sırrını biliyormuş demek ki.”- “Bilirdi ya; bana da anlatmıştı zaten.”- “Baba hele bir anlat da dinleyelim.”- “Babamla yine bir gün ormana geldiğimizde, okuduğu ezanın bu mahlukatı niye kaçırdığını ve manasının ne olduğunu ayrı ayrı anlatmıştı:“Bak oğlum: İki ayrı davet düşün… Her ikisi de ayni şeye davet ediyor olsun. Bunlardan birinde davet edilen, bu davete icabet konusunda irade sahibi kılınsın, diğerinde ise; davet edilen, bu davete icabet zorunda kılınsın.Burada davetin şekli, davet edilen kişi ve davet edildiği olay ayni olmasına karşın davet iki ayrı makamdan yapılmaktadır. Bunlardan biri emir makamındandır, diğeri ise davet makamındandır, yani biri Yaratandan diğeri yaratılandandır… Davet eden özne farklıdır.Allah’ın sünnetullahında bir değişme olmaz. Peygamberler, Allah’ın sünnetullahı üzeredirler. Peygamberlerin yaptığı da davettir, Allah’ın yaptığı da davettir. Yalnız bu davet, Yaratan tarafından olunca icabet zorunludur, karşı konulamaz..Peygamberin(s.a.v.) makamı olan davet makamından beş vakit namaza, eğer yine Allah(c.c.) davet etseydi hiçbir irade buna güç getiremezdi ve boyun eğerdi. O zaman imtihanın sırrı sona ererdi. Burası imtihan yurdu olduğu için emir makamından değil; davet makamından seslenilmektedir…Fakat!… Hayat namazını kılmak üzere dünya camisine yani cem olma yerine madde ve manamıza yapılan davet ya da diğer bir deyişle yapılan çağrı böyle değildir, icabet zorunluluğu vardır. Çünkü burada bir yaratma söz konusudur.Ezan, alemi gaybtandır. Alemi gaybtan olan bir davet ise madde ve mana olarak YARATILAN her zerreye hitab eder. Burada davet sahibi Allah(c.c.), davet makamındaki ise Hz. Muhammed (s.a.v.)dir. Ezanı Muhammed’i denmesinin sebeplerinden birisi okunan davetin, Peygamberimizin makamı olan davet makamından okunmasıdır. Bu davete icabet edip etmemek, davet edilenin iradesine bırakılmıştır. Adında anlaşılacağı üzere zorlama ya da mecbur etme değil; sadece davet…Böyle bir davet, ancak yaratılarak varlık SAHNESİNE çıkmış ve icabet edip etmemek konusunda irade sahibi kılınmış, şuurlu varlıklaradır… İşte bu manada Ezanı Muhammed’i, ilk Cebrail (a.s.) tarafından okunmuştur.Ancak!… Yaratılarak varlık SAHNESİNE henüz çıkmamış, madde yönü toprakta bir takım madenler ve nebatat ya da hayvanat halinde bulunan, mana yönü alemi emirde olan insan için söz konusu olduğunda bu davet, davet sahibinden, bütün bunları bir araya getirip, bunlardan irade sahibi bir insan yaratan Allah’tan olmaktadır.Rabbimiz: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet(kulluk) etsinler diye yarattım,” buyurmaktadır. Bu da demektir ki; Bizler, dünya denen camiye yani cem olma yerine, hayat namazını kılmaya geldik. Ama kimin yüzü suyu hürmetine geldik?… Hz. Muhammed’in(s.a.v.) hürmetine geldik.Allah(c.c.) ruhumuzu (manamızı, sırrını) ve bedenimizi ayrı ayrı alemlerden, ana rahminde cem olmaya yani cemaat olmaya çağırmadı mı, davet etmedi mi?

YARATAN, YARATMAK İÇİN DAVET EDERSE BU BİR EMİR OLUR, DAVET EDİLENLER CEBREN İTAAT EDİP CEM OLUR…
Peki Rabbimiz, bizi neye davet etti? Kulluğa yani hayat namazını kılmaya… Peki Rabbimiz bu daveti kimin yüzü suyu hürmetine etti? Hz. Muhammed’in(s.a.v.) hürmetine…Konuyu toplarsak… Varlık sahnesine çıkıp hayat namazını kılmak üzere Rabbimiz davet ediyor, bu davet Ezandır.Rabbimiz bu daveti, Peygamberimizin hürmetine, bizi yaratarak yapıyor, bu da Ezanın Muhammed’i olduğunu gösterir. İŞTE BU MANADA EZANI MUHAMMEDİ’Yİ İLK OKUYAN CENABI ALLAH’TIR.Daha sonra ana rahminden, dünya denen camiye, hayat namazını kılmak üzere giriyoruz. Bizim gibi daha önce bu namazı kılmak için gelenlerin ve hala namazı devam edenlerin ve kılması beklenenlerin arasına katılıyoruz. Bu ikinci Ezan; Madde ve manamıza cebren icabet ettiğimiz ilk ezanı hatırlatmak ve geçen süre içinde bizde oluşan gafleti kaldırmak içindir. Zira insan, nisyandadır yani unutandır…“Maşallah baba; Rabbim ilmini arttırdıklarının ilmini arttırsın]“Amin evladım”“Baba… Bu anlattığın Ezanın manası fakat o mahlukatı kaçıran yönünü de bu cahile anlatsan.”“Estağfurullah!… Evlat hiç Allah’ı bilen cahil olur mu? İlimden maksat Allah’ı bilmektir, gerisi sebeptir…”“Elbette baba. Ama sen şu sebebi deyiver bakalım.”“Ezanı Muhammed’i okunduğu zaman okuyandan bir nur çıkar. Sesin ulaştığı yerdeki bütün boşlukları doldurur. Nur soğuktur, şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Soğuk ile sıcak birbirine zıttır. Cinlere cehennemde ateş ile azap edilmez, çünkü ateş onların tabiatında vardır. Onlar soğuk ile azap edilirler. Buna ZEMHERİR denir; Soğuk ateş anlamını taşır. Bu nedenle cinler dünyada soğuktan korkarlar, hatta yaz mevsiminde serin bir rüzgarın esmesi bile onlara ızdırap verir. Böyle bir rüzgar eserse yabani eşekler gibi kaçarlar…”

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ (4. BÖLÜM)
Dede ile keşiş böyle konuşup sohbet ederlerken, zamanın nasıl geçtiğini anlayamamışlar, sabahı etmişlerdi. Müezzin, yanık sesi ile ezanı okumaya başlamıştı. Ezanın manasındaki somut ve soyut alemlerin, cem olması gibi bu gece keşiş ile ihtiyar cem olmuş, bu cemden muhabbet doğmuştu. Cemaat olarak namazlarını beraber kıldılar. İhtiyarın anlatacağı çok şey vardı ve bu anlattıkları bile insanı merakla, ona bağlıyordu.

Sabah ezanından sonra keşiş ocağı yakmış, kaynaması için çorbanın suyunu ateşe koymuştu. Su ısınırken tekrar ihtiyarın yanına bağdaş kurup oturmuş, anlatacaklarının gerisini dinlemeye başlamıştı.‘’Ben o zamanlar, on-on iki yaşlarında bir çocuktum. Babam bana ezanın manasını anlattıktan sonra kendisi odun kesmeye koyulmuş, bana da biraz mantar toplamamı söylemişti. Hangi mantarın zehirli olup olmadığını iyi bilirdim, bunu da babam öğretmişti… İçinde öğlen aşımız bulunan sepeti boşaltarak, topladığım mantarları, sepete doldurmaya başladım. Ormanın iç kısımlarında, seçkin kayalık denen bir bölge vardı. Burada kayaların dibinden su kaynardı ve kaynayan bu su, az ötedeki bir dereye karışıp giderdi. İşte bu dere yatağının olduğu yerde Kara Kuyu vardı..‘’Kara Kuyu mu? Neden bu ismi vermişler?’’‘’Bu ismi veren babamdı, bu kuyuya herkes farklı bir isim takmıştır. Kimisi Yılanlı Kuyu, kimisi Cin Kuyusu ya da Perili Kuyu falan derlerdi. Herkes buradan korkardı.‘’Verdikleri isimden, korktukları belli oluyor.’’…
Bu arada çorbanın suyu ısınmış, fokurdamaya başlamıştı. Keşiş oturduğu yerden kalkarak başka bir kapta erittiği tarhanayı kaynayan suya boşaltıp, tahta bir kaşıkla karıştırmaya başladı. Mis gibi tarhana kokusu evin içine yayılmış,k okuyu alan Hasan da uyanmıştı.Sofraya oturduklarında Hasan’ın durgunluğunu dede fark etmiş’ ’Yine mi anneni gördün rüyada oğlum,’’ demişti. Hasan evet manasında başını sallayarak cevap vermişti… Bu zamana kadar keşiş bu mevzuyu hiç sormamış, ihtiyar da anlatmamıştı. Yemekten sonra Hasan’ı mektebe bırakıp yine ormana odun kesmeye gider…Akşam olduğunda ocağın başında yanan odunların çıtırtısı ve yüzlerine vuran alevin sıcaklığı ile tekrar sohbete başlarlar. Keşiş, ihtiyara epey zamandır baba demekte ihtiyar da ona, evlat demekteydi. Keşiş bir çok şeyin farkındaydı ve bazı olayların iç yüzünü müşahede edebiliyordu.
Fakat HER SIR, SIR SAHİBİNİN DİLİNDEN DÖKÜLMELİYDİ, edep bunu gerektiriyordu. Edep Ya HU…!

‘’Baba, Kara Kuyuda kalmıştık..’’‘’Evet evlat, Kara Kuyu. Rahmetli babam, ormandayken yanından fazla uzaklaşmama izin vermezdi, her ormana geldiğimizde üstüne basa, basa Kara Kuyuya yaklaşmamam gerektiğini tembih ederdi. Fakat ben o gün, mantar toplarken farkında olmadan yanından uzaklaşmıştım. Daha sonra yavru bir ceylanın peşine düştüm. Bir ayağı sakat gibi sekerek koşuyordu, ben de yakalarım diye bir elimde sepet, ardından koşturuyordum. En son hatırladığım, yüksekçe bir yerden aşağı yuvarlandığım ve kafamın bir kayaya çarpmasıyla bayılmış olduğum.Rahmetli babam, benim yokluğumu fark ettikten sonra aramaya başlamış, seslenmiş bağırmış ama nafile, cevap alamayınca, Kara Kuyuya gittiğimi sanmış. Beni ararken vaktin ikindiyi geçtiğini, havanın kararmaya başladığını fark etmemiş. Ormanda gece çabuk olur derler. Babam kara kuyunun başına geldiğinde, telaşla içine eğilip bakar. İşte ne olduysa bundan sonra olur.’’‘’Ne olur baba’’‘’Bilmiyorum evlat; fakat tek bildiğim bu olaydan kırk gün sonra, bir gece yarısı evimizin kapısı, ürkütücü bir şekilde hızlı hızlı çalındığı, rahmetli annemin, kapıya yönelen babama sarılıp, gitmesine engel olmaya çalıştığı, kapının kırılırcasına daha hızlı çalınmaya başladığı ve evdeki eşyaların garip bir şekilde titremeye başladığıdır. Annem daha fazla babamı tutamadı Babam, annemin elinden kurtulup, kapıdan çıktı ve çıkış o çıkış, bir daha ondan haber alamadık…İhtiyar sözün burasında sustu ve çıtırdayan alevleri seyretmeye başladı…


Keşiş bu anlatılanlardan garip bir şekilde ürpermiş ve etkilenmişti. İhtiyarın anlattıklarını aynen zihninde canlandırmış ve müşahede etmiş, kapıyı kimin çaldığını görmeye çalışmış ama muvaffak olamamıştı. Bu ürperme halinde iken Kara Kuyuya müşahede ile yönelmiş ama karanlıktan başka bir şey görememişti. Vardır bir hikmeti deyip söylendi.‘’Baba anladığım kadarı ile babanız, ilim sahibi bir zat imiş. Nasıl olur da böyle bir zamanda bu ilminden istifade edemez.?’’‘’Evlat, mal canın yongasıdır, evlat ise canındandır, canın kendisidir. Babam, Hz.İbrahim(a.s.) gibi evladıyla imtihan olmuştu. Kara Kuyunun sırrını bilirdi ve bu sırrı bildiği için benim akıbetimden, şiddetle korkup, endişe endişelendi. İşte bu korku ve endişe, onu her şeyin sahibi olan ve her şeyin tasarrufu elinde olandan bir an için gaflete düşürdü ve babam bu gaflet halinde iken kuyunun sırrına kendini teslim etti.’’‘’Peki baba; sen bayılıp kendine geldiğinde neler oldu?’’‘’Kendime geldiğimde nerede olduğumu bilmiyordum. Fakat daha sonra öğrendiğime göre, seçkin kayalık bölgesinin, Kartal Kaya denen, yüksekçe bir kayalığın altında imişim. Hava kararmıştı ve ağaçların dalları, dolunayın ışıklarını engellediği için orman daha da karanlıktı. Dibinde olduğum kartal kayanın çıplak zirvesinden, dolunayın ışıkları bulunduğum yeri biraz aydınlatıyordu. Ben bulunduğum bu zayıf ışıktan ayrılamıyordum. Korku her azamı esir almıştı elim, ayağım titriyordu. Korkumu bastırmak için ezan okumak istedim fakat sesimin duyulup o mahlukat tarafından fark edilirim diye korktum, okuyamadım. Çocukluk işte…Daha sonra fısıltılar halinde sesler işitmeye başladım. Bu sesleri, garip bir rüzgar sesi takip etti. Hava durgundu ama yine de rüzgar sesi geliyordu. Gözlerimi kapadım ama birilerinin üstüme çullanacakmış gibi bir duyguya kapıldığım için tekrar açtım. Gözlerimi kapayamıyordum. Bir çocuk için bundan daha korkunç bir durum olamazdı. Ağaçlar sanki üstüme, üstüme geliyor, karanlıktaki karaltıları zihnimde şekilden şekle giriyordu.’’‘’Baba, sen zaten olacaklara zemin hazırlamışsın, kendini korkuya teslim etmişsin..’’‘’Evet evlat. Buraya kadar anlattıklarım, kendi zihnimde olan korkuya dayalı olaylardı ama bundan sonra zahirde bir takım olaylar zuhura geldi ki; senin dediğin gibi, kendimi korkuya teslim etmekten dolayı korkuyu kullanan o mahlukatın marifetiydi.’’‘’Baba, gecenin dolunaylı olmasının bunlarda bir etkisi olduğunu biliyorsun değil mi?’’‘’Evet evlat; Ay’ın, habis cin sultanlığı olduğunu ve Ay’ın, Dünya’ya en yakın olduğu dolunay dönemlerinde bu habislerin, dünya üzerinde daha etken olduğunu biliyorum. Hele sabret, sıra buna da gelecek, bunu da anlatacağım…Karanlığın içinden önce bir bebek ağlaması duydum. Ağlama sesi uzaklaşıp, yakınlaşıyordu. Sonra birden karşımda yüzü olmayan bir çocuk belirdi. Benim boylarımdaydı, benimle ayni elbiseleri vardı ama yüzü yoktu. Çocuk belirdiğinde, ağlama sesi kesilmiş ama bu sefer de gülmeye başlamıştı. Gülme sesi bir çocuğunkinden çok; yetişkin bir insan sesi gibiydi. Daha sonra olmayan yüzünde iki kırmızı göz belirdi. Gözlerine bakarken, beni kendine doğru çektiğini, vücudumu bir sıcaklık kapladığını ve boğazımın kuruduğunu hissedebiliyordum. Besmele çekmek istedim ama sesim çıkmıyordu. Aklıma o çaresizlik anımda Allah’ın evliya kullarından yardım istemek geldi ama sesim çıkmıyordu. Kendimi zorladım ve içimden çok yüksek bir sesle haykırarak ama dışımdan kısık bir ses çıkarak ’’Yetiş ya Allah’ın kulları’’ diyebildim…‘’Maşaallah baba..’’‘’Ben yetişin ya Allah’ın kulları derken beyaz bir at üzerinde, başında beyaz sarığınla, baştan aşağı beyazlar içinde ama yüzünü gizleyen bir peçeyle biri belirdi. Yüksek sesle ezanı Muhammedi’yi okuyarak, sesleri ve görüntüleri yok etti. Fakat sonradan farkına vardı ki; o şahıs, ezanı sesiyle yani ağzıyla okumuyordu ama yine de okuduğunu duymuştum. Bana doğru bakıyordu, sessiz ve sözsüz konuşarak, beni yanına çağırdı. Ben, onun sessiz ve sözsüz konuşmasını duymuş, oturduğum yerden kalkarak yanına gitmiştim. Elini başımın üstüne koydu, eli sıcacıktı ve elinin sıcaklığından, kalbime bazı manaların aktığını hissettim ve bu manaların daha sonra suret bularak açığa çıkacağını söyledi. Çok kısa bir zamandı ama çok şey söylemişti. Adını sordum ‘’Adem’’ dedi. Korkum dinince, sakinleştim ve huzur buldum. Ben sakinleştikten sonra o şahıs kayboldu.Akabinde içimden bir ses, Kartal Kaya’ya doğru yürümemi ve kayanın yanına gelince besmele çekmemi söyledi ve ben de aynen öyle yaptım. Besmele çekince, kaya bir insanın geçebileceği şekilde ikiye yarıldı, yine içimden ayni ses, başımı eğerek girmemi söyledi ve bende başımı eğerek girdim..’’‘’Baba içinden seni yönlendiren o ses, o şahsın kalbine boşalttığı manaların ta kendisi, surete bürünmüş hali..’’‘’Doğrudur evlat, aynen isabet ettiğin gibi..’’‘’Baba, Allah’ın kullarından yardım isterken bu sözün manasının o zamanlar ne kadar farkındaydın?’’‘’Evlat; bunu da babamdan öğrenmiştim ve o bilgiyle böyle bir yardım talep ettim. Fakat daha sonra Rabbim bunu da öğrenmeyi nasip etti çok şükür..’’Keşiş ‘’baba, bize de anlatsan’’ dedi, içten içe ve hafiften bir tebessüm ederek ve ihtiyar anlatmaya devam etti…‘’Evlat; bu alemin, batını ve zahiri yönleri vardır. Alemin zahiri nispetine göre zahiri memurları vardır ki bunların fiilleri hislerle anlaşılır. Alemin batini nispetine göre Batıni memurları vardır. Bunların fiil ve amellerini ancak Allah (c.c.)’ın temiz ve saf kulları hissedebilir.Tam tasarrufa sahip, ölü veya diri olan evliyaların mevcut olduğu ve onlardan yardım istenildiğinde, yardımda bulundukları bilinmektedir. Yüce Allah (c.c.)’ın vazifelendirdiği batıni memurların mevcudiyeti ve onlardan yardım istemenin durumu hadislerle açıklanmaktadır…’’‘’Baba; bazıları bu Hadislerin esas alınamayacağını söylüyorlar.’’‘’Evlat; hayret edilir ki, Allah (c.c.)’a ve Müslümanlara düşman kafirlerin bazıları, yüce Allah (c.c.)’tan seslerini uzaklara duyurmak için bir alet icat etmeleri konusunda yardım istemişlerdir. Bu alet vasıtasıyla çok uzak mesafelere seslerini duyurmak imkanını bulmuşlardır… İnsanların icat ettikleri vasıtalarla, uzak mesafelere seslerini duyurdukları halde, Kudret ve imkanı her şeyin üstünde olan Yüce Allah (c.c.)’ın evliyalarına ve salih kullarına, batıni aletler vasıtasıyla seslerini dilediklerine duyurması çok mu zor?…Şu bir hakikattir ki; batıni meydanların genişliği, zahiri darboğazların kat, kat üzerindedir. Zahirin, batın ile farkı, ademin yani yokluğun, varlık ile farkına benzer. Ulu kimseler vefat etseler dahi, gerçekten canlı kalırlar. Bunları çağırmak ve yardımlarını istemek caizdir. Bedenleri çürümediği gibi ruhları da asılı kalır, derler mana ehli… ’’Ey Allah’ın kulları’’ sözünden maksat, ölmüş veya henüz hayatta olan yani gerek beşer ve gerekse melaike olsun salih kişilerdir…”

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ (5. Bölüm)
‘’Baba anlattığın bu meseleler, yüksek din bilgileri denen ama halkın bir çoğunun haberdar olmadığı sırların bir kısmı. Ben anladım ki; ilmin bir hududu vardır, ilmin hududu bittiği zaman, ilahi ilim başlar. Bu ilahi ilim ya ilhamla olur ya da Cenabı Allah’ın dilediği bir şekilde olur. Belli bir noktadan sonra kuldan sadır olan Rabbin ilhamıdır, ikramıdır.’’
‘’Evet evlat; işte bu ilham, insanı ilahi manalara yaklaştıran en değerli yoldur. O şahıs bu ilahi ilimlerin, tecelli ettiği mekan yani bu manaların kabıdır.’’‘’Yani Ulül-Elbab’tandır.’’‘’Evlat, o şahıs, esrarını önce bana, benden de sana duyurmuştur. Ondan da, benden de konuşan manadır.’’
‘’Eyvallah baba buyur; kulak rahmimiz ve gönül toprağımız, mana sulbündeki hikmet tohumlarına açıktır.’’
‘’Evlat, Allahü Teala, kalp gözü ve kalp kulağı halk etmiştir. Dilediği zaman bir kulun kalp gözünü açarsa, gayb alemi görülür. Kişinin kalbine ne döktüyse, kalp gözüne ne gösterdiyse, kalp kulağına ne duyurduysa o, onu bilir.Hakikat gözü ile bakabilen, Allahü Teala dilerse, alemleri de seyreder, dilerse Levhi Mahfuz’daki esrarı da ona okutur. İç dünya alemlerin, içine açılır.’’
‘’Maşallah baba; sohbetimizde daha kayanın içine girmeden neler döküldü, acaba arkada daha ne tecelliler var?’’
‘’Evlat, karşındaki hangi kulağınla dinliyorsa kişiye o kulağına göre istediği duyurulur. Sen şu an kalp kulağınla dinlediğin için sana istediğin duyuruluyor. Biz sadece emanetin taşıyıcısıyız ve manaların suret bulduğu bir noktayız.’’
‘’Baba; o zaman sohbetlerde anlatandan sadır olan, onu dinleyene göredir. Keramet, görünende değil onu görendedir.’’
‘’Maşallah evlat; tam bir mana avcısısın, yine bir mana yakaladın. Biz de bu manayı, Allah’ın izniyle surete büründürelim inşallah…
Evlat; Müslüman toplumlarda kişilerin, maddi ve manevi olarak olgunlaşmasının etkenlerinden biri de sohbettir. Sohbetin görünen bir yönü olduğu gibi göremediğimiz bir yönü de mevcuttur. Sohbet esnasında kişiler, birbirleriyle sözle konuşurlar, gözle konuşurlar, beden diliyle konuşurlar ve de özle konuşurlar. Sohbet esnasında dikkatlerin konuşan kişiye ve anlatılan konuya odaklanması bir enerji alanı oluşturur. Beyindeki düşünce dalgalarının ve kalp’teki mana atmosferinin oluşturduğu bu enerji şemsiyesi altında kişiler ruhen, kalben ve bedenen nur alışverişinde bulunurlar. Tabii; birbirlerine olan itimat ve imanları nispetince…Biz her ne kadar bu gözle ve kulakla bütün bunları algılayamazsak bile, henüz sırrı çözülemeyen cevher topu olan beynimiz bu enerjileri (frekansları) ilgili bölümüyle algılar, cevaplar ve mevcut bilgilerine(veri tabanına) göre çözümler.Sahabenin sırrı; bizzat Hz. Rasulullah’ın (s.a.v.) sohbetinde yetişmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Sahabe, Hz.Rasulullah’ın (s.a.v.)’ın sözünden, gözünden ve özünden istifade etmiştir. Madde ve manasında pişmiştir, bizzat O’nun boyasıyla boyanmışlardır. O yüzden kimse sahabenin derecesine erişemez…’’
‘’Baba; Ancak her devrin de bir sahabesi vardır’’
‘’Doğrudur evlat vardır ve sohbet te bu işin sırrıdır. Sohbet meclisleri, taliplilerine fizik ötesi diye bilinen boyutların yani manevi alemlerin kapısını açan, o alemlerden kokular saçan ve oralara hazırlayan, o alemin, bu alemdeki şubeleridir. Bu şubelere devam edenlere bir sicil numarası verilerek manevi aleme kaydı alınır.Sohbet meclislerine inen ilahi rahmet ve mana bir deryadır. Ancak bu deryadan herkes kendi kabınca su içmektedir. Deryanın suyu hep ayni sudur ama içine girdiği kabın rengini ve şeklini aldığı için farklı farklı algılanır. Herkes o ortama inen manadan kendi kabınca aldığı ve aldığına, kendi rengini verdiği için herkesin anladığı ve anlattığı farklılık arz eder. İşte bu farklılık rahmettir. Çünkü!. Bu sofraya herkes kendi kabındakini koyar ve herkes bu şekilde birbirinden istifade ederek bir güzel doyar, bir dahaki sohbete acıkmak üzere!…Sohbet ortamına katılan kişilerin, birbirlerine olan sevgi ve muhabbeti, nur yüklü (Pozitif enerji) öyle bir atmosfer oluşturur ki; has bel kader bu ortama ilk defa giren biri bile kırk yıllık dostmuşçasına hemen ortama uyum sağlar ve nurdan istifade eder.’’
‘’Baba hani derler ya; koku ve esans dükkanına giren bir kişi, hiçbir şey satın almasa bile dükkandan üzerine koku sinmiş olarak çıkar..’’
‘’Doğrudur evlat. Ayrıca beyin dalgaları kuvvetli olan kişi, sohbet esnasında diğerlerinin beyinlerinde bilerek ya da bilmeyerek bir açılım meydana getirir. İşte bu açılım neticesinde o güne kadar kavrayamadığı konuları anlamaya, mana denizine tefekkür yelkeni açmaya başlar. Artık o meclisin bir dalı olan kişi yine bir dal misali çiçeğe durmuştur ve çiçek, bal arayan arıları, renginden ve kokusundan dolayı koklamak isteyen insanları çeker. Bütün bunlar açan çiçeğin, meyveye dönüşmesi açısından önemlidir ve gereklidir.Bir çiçeği, çoban da sever, alim de sever, sultan da sever. Etrafında sana ülfet eden, yanına gelip giden her mevkiden adam olması seni şaşırtmasın. Bunlar, sana değil sendekine, sende açan çiçeğe gelirler…’’
‘’Baba, deryaya dalmış ve derinlerden inci çıkaran bir dalgıç misali, her sözün bir inci gibi’’
‘’Evlat, insanoğlunun özünde bir deniz var ki; Kişi bu denize dalar ve Cenabı Hakk’ın cevherlerini dipten alır ve dışarı çıkarır. Lakin hepsini izah etmesi ve söz kalıplarına dökmesi mümkün değildir. Çünkü!… Halkın ilmi ve aklı, onu kavrayacak kadar tekamül etmemiştir. Sana ya deli derler ya da zındık diye, küfrederler…’’
‘’Doğrudur baba…’’
‘’Evlat; sözünü ettiğim bu derya, kalptir. İnsan, Kuran’ın ikiz kardeşi olduğu için, Kuran mucizelerinin en önemli sırrı kalpte düğümlenir. Kabe’nin altında düğümlenen yollar gibi!…Kalp, aklın ve düşüncenin kavramakta güçlük çektiği gerçekleri, süratle sezer.Sezgi ilahi bir ikramdır. İnsanların akılları birbirlerine nispeten farklı olmasına rağmen, kalbe nazaran kapasitesi sınırlıdır. Akıl bir kaptır, kalp bir deryadır. Kuran hazinesinden yağan yağmurdan elbette ki; kalp deryası, akıl kabına göre daha çok istifade edecektir…’’
‘’Baba, aklın nuru, bildikleri ve bu bildiklerinden anladıkları kadardır. İnkar akıldadır ama kalp inkar edemez. Kuran okunduğunda, inkarcıların bile mutlaka kalp sırrında, silik ve anlamsızca da olsa bir etki bırakır…’’
‘’Evlat, inkarcının, azgınlığının artmasının sebebi de budur. Akıl, inkara bahane bulur ama kalbi, Kuran atmosferinden etkilenir. Bir yaprağın titremesi gibi onun manasının rüzgarından titrer. İşte; İnkarcı bundan rahatsız olarak Kuran’a daha şiddetli karşı çıkar yani gerçeğin üzerini örter, içindeki sesi susturur..’’
‘’Baba sanırım, insanın kalbindeki sır sandığı kapalıdır. Bu sandığın anahtarı da Kuran’dır..’’
‘’Evlat, kalp insana gizli bir hazine olarak verilmiştir. Bu hazine, kırk haramiler mağarasında olduğu gibi sahibinin sesini tanır. Sahibi konuşmadıkça, mağara açılmadığı gibi kalp hazinesi de açılmaz. İşte Kuran, bu gönül hazinesinin ve ardındaki sonsuz mana deryasının kapılarını açan, sahibinin sesidir…’’
‘’Evet baba; sahibinin sesini tanıyan, ormandaki Kartal Kaya’da, besmele çekmenizin neticesinde açılıp sizi, içeri aldı…’’
‘’Aldı evlat aldı. O’nun isminin karşısında, kaya bile yarılıp, bağrında sakladığı yılların gizemini şu gördüğün fakire ikram etti…Rabbimin izni ile açılan yarıktan içeri girince ilk dikkatimi çeken şey zemindeki taşlar oldu. Taşlar, siyah ve beyaz olmak üzere altıgen şekillerden oluşuyordu ve her siyah taşın ortasında beyaz bir nokta, her beyaz taşın ortasında siyah bir nokta vardı. Ben bunlara bakarken açılıp içeri girdiğim yarık, sessizce kapanmıştı. İçerisi aydınlıktı ama herhangi bir ışık kaynağı göremiyordum. Siyah ve beyaz altıgen taşlardan, bal arısı peteği gibi döşenmiş bir zemin ve sanki cam kırıklarından örülmüş gibi parlayan bir koridordu..’’
‘’Aman baba yavaş anlat. Meselenin özünü sindire sindire dinleyelim.Mesela şu taşlar; Siyahın içinde beyaz, beyazın içinde siyah noktalar var ve taşlar altıgen!…’’
‘’Evet evlat; bunların ve daha nice karşılaşacağım bir çok şeyin hikmetini ve manasını içeride Musa (a.s.) zamanına ait bir kavmin, dervişinden zamanla öğrendim’’
‘’Musa (a.s.) zamanına ait bir derviş mi?’’
‘’Evet bir derviş.’’
‘’Demek sen, bu yere daha sonralar da gittin?’’
‘’Oraya da geleceğim evlat, hele bir dinle; O siyah ve beyaz taşların anlattığı mana şu:Ne saf bir siyah var, ne de saf bir beyaz. Hatta!… Siyahın içindeki beyaz noktanın içinde siyah, beyazın içindeki siyah noktanın içinde beyaz var. Sonsuz bir iç içelik söz konusu…’’
‘’Baba, siyahın içindeki beyaz nokta, bana göre çok önemli. Çünkü! Zıddımızın içinde de bizden bir parça olduğunu gösteriyor..’’
‘’Evlat; Ama beyazın içindeki siyah nokta çok daha önemli. Eğer biz kendimizi beyaz olarak kabul edersek, kendi içimizdeki siyahlıktan arınmalıyız, kendimizi saflaştırmalıyız. Sen kendini az önce beyaz olarak farz edip, siyahın içindeki beyazı gördün ve benim parçam dedin yani hemen zıddında, kendini gördün. Elhamdülillah beyaz olanlardanız. Çünkü! Pak ve temiz olan bir dinin mensubuyuz ama içimizdeki siyah noktayı unutmayalım…’’
‘’Doğru baba; ancak şu var ki: Siyah olan, zıddı olan beyazın içindeki siyah noktayı görür yani kendini görür ve gördüğünü gözünde büyütür. Karşısındakinin siyahını büyüttükçe kendi özündeki beyaz küçülür…Ancak! Beyaz olan, zıddı olan siyahın içindeki beyaz noktayı görür yani kendini görür ve gördüğünü gözünde büyültürse diğerinin tam tersine, özündeki siyah küçülür…’’
‘’Evlat; isabet ettiğin gibidir, ancak bu mesele uzar gider. Rabbim bu meseleden bu kadar açtı ya, çok şükür. Hele gerisini dinle…’’
‘’Buyur baba.’’
‘’Taşların altıgen ve bal arısının peteği gibi döşenmiş olmasının işaret ettiği mana, sence ne olabilir.?’’
‘’Baba altıgen kenar, altı yönü işaret sanırım. Yani ileri-geri,sağa-sola, yukarı ve aşağı. Bu da üç boyutlu bir alemde yaşadığımızı gösterir ki öyledir. İnsan, üç boyutlu şu alemde, altı yönle sınırlandırılmıştır.’’
‘’Peki evlat; taşların, arı peteği gibi olmasının sende uyandırdığı mana ne?’’
‘’Baba, Levhi Mahfuz, bal arısının peteğine benzermiş ve o petek içinde her insanın bir gözü varmış. Her insan, kendine ait gözde, altı yönle sınırlandırılmış hayatını deneyimler. Ancak bu altı yön diğer yönlerle iletişim ve etkileşim içindedir.’’
‘’Evlat isabet ettiğin gibi ancak bu kadar değil; Altı yön, üçüncü boyutu anlatır ve üçüncü boyut geçmiştir. Bizim geçmişten deneyimlediğimiz olayların sırası, zaman denen sıralamada bize göre şimdidir.’’
‘’Baba pek anlamadım, biraz açar mısın?’’
‘’Evlat, üçüncü boyutun altı yönü vardır yani sınırları bellidir. Sınırları belli olan şey de takdir edilmiş yani yazılmıştır. Bu yazılıp çizilen, başı ve sonu belli olan bir hikayenin kahramanlarıyız. Bu hikaye içerisindeki olaylar ise; Deneyimlediğimiz yani okuduğumuz zaman, geçmiş olan o zamanın içinde okuyana göre şimdiki zamanı oluşturur.’’
‘’Baba; bu her şeyin yaşanıp bittiğini, bizim de biten bu hikayeyi bir manada okuduğumuzu, okuduğumuz sıradaki olaylar zincirinin bize göre şimdi olarak algılandığını mı söylüyorsun?’’

SELAMLAR