31 Aralık 2008 Çarşamba

Bir Aşk, Bir Sarhoş ve Bir Şehir

BİR AŞK

Bir gün doğumunda keşfettim onu...

İlk önce kaçamak bakışlar attım. Sonra güneşin ilk ışıklarıyla sokaklarla birlikte vücudumda ısınmaya, aydınlanmaya başladı. Damarlarımdaki kan akışı arttı, tüylerim ürperdi, göz bebeklerim ürpertiyle büyüdü, başım döndü. Zaman durmuştu, alem durmuştu, kalp durmuştu...

Saçlarındaki ahenk bir ebrunun güzellik sırrını veriyordu. Hafif esen meltemde saçlarının salınmasıyla ruhum da salındı, salındı....

Gün doğuyor yüze beliriyordu. Gün mü doğuyor yoksa yüzü mü?

Bal dudakları belirdi. O dudaklar ki sanki sırrın zevkinden hafif gülümseyen; o dudaklar ki aşkın susuzluğunda kurumuş, o dudaklar ki baldan tatlı, ölümden öte.....

Gamzeleri belirginleşiyordu. Gamzeler belirginleştikçe, ben benden öteye gidiyordum. Gamzelerin derinliği bir kara delik misali beni ve alemi kendine çekiyor, kendinde yok ediyordu. Bu gamze Azrail olsa da ona can versem diye dile geldim.

Burunu belirginleşti. Bir nokta, bir köşk, bir saray, belaya nazır, aleme nazır. Bülbülün susup, konup, göz yaşı dökebileceği bir konak.

Gözler....Can verdiğim gözler, kendimi ve alemi gördüğüm gözler, özü gördüğüm gözler. Vuslatı haber verircesine adamın ciğerine işleyen gözler, ölene üfürülen sur işte bu olsa gerek. Can verip can bulunası gözler.

Elimi uzattım. O da uzattı. Ben yüzüne, o kalbime dokundu.

O an, Nazlı bir AN; O an.

Gözlerim kapanmaya başladı, tüm uzuvlarım yetilerini kaybetmeye başladı, kendimi kaybetmeye başladım. Inat ettim, zorladım. Göremiyordum.Ama biliyordum ve hissediyordum kalbimi tutuyordu. Bilipte görememek, uzanıpta ulaşamamak, vuslata AN kala, göremiyordum, bilemiyordum.

Şemsin sözü gibi başımı bile verirdim ki gayret ettim. Olmadı bir baş bile veremedim, bir can bile veremedim. Can veremeyi bile beceremeyen cansız bir beden.

Gözümü açtım kalbimi tutuyordu ancak yoktu önümde, yanımda.

Gitmiş. Beni öksüz bırakarak, beni aç bırakarak, beni susuz, beni Nazlı bir Ansız bırakarak...Gitmiş. Beni bırakarak, beni, ben.....

Geride kalan tutuk bir kalp, yaşlı bir göz, bir günah, bir sevap.....

BİR SARHOŞ

Uyanıklık ile uyku arası, gün doğumundan sonra, güneş tepeye ulaşmadan önce, gölgelerin sokağı kapladı an.

Güneşin ufkunda, Gözün Tepe olduğu an.

Yakındaki demiryolundan geçen trenin sireniyle, önce sarsılınıp sonra girilen bir ev.

Buram buram, burcu burcu gül kokan bir oda.

Odada alemi yudumlayan bir adam, bir Adem, nokta gibi....

Tutuk kalbim acımıyor artık. Acıyan benliğim nefsime, bedenime...

Gözü gözümde. Özü içimde. Baba misali evladına açık bir gönül orada...Bense benliğimden kayıp, benliğimden uzak, benliğime yakın, aynı. Ne acı.

Gönlüm çoşuyor, dilim susuyor; O ise gülüyor. Sadece gülüyor. O güldükçe, içim yanıyor. Gözüm görüyor, kalbim çarpmıyor, susmuş. Susamış kalbim susmuş. Gönlüm ferah.

Gelgit misali gönlümün kumları savruluyor. Ama o gülüyor. Sadece gülüyor.

Satırlar düşüyor önüme, okuyorum ama anlamıyorum.

Alem akıyor gözümün önünden, akan ben miyim bilemiyorum.

Susuyor ama herşeyi anlatıyor. Elbette anlayana.

Başım dönüyor, sallanıyorum, düşmemek için tutunuyorum. Bir defa düşmüştüm, bu defa olmaz diyorum. Ama nafile. Yerdeyim, yerin dibindeyim. Kalbim tutuk, gönlüm yanık.

Ve ilerleyen yıllarda bir gün...

Yine gün doğumu öncesi, uyku ile uyanıklık hali arası. Geliyor yanıma...Gözüm kapalı, gönlüm açık... “Kalk” diyor, “Kalk, ben vuslattayım Allah'ta nasip etsin sana” . O'na doğru yürüyor. Bir adam, bir adem, sarhoş misali, Alemi sallayarak gidiyor.

Geride kalan tutuk bir kalp, yaşlı bir göz, bir günah, bir sevap.....

BİR ŞEHİR

Aşkın ve AŞKIN geçtiği bir şehir. Herkesin fethe niyet ettiği, aşığın fethettiği bir şehir. Surlarında olduğu kadar, gönülde de gediklerin olduğu bir şehir.

İSTANBUL.

Surlar, minareler ve elbette boğaz tanıklık eder zamana inat, benliğe inat, aşka.

Bir mabettir aşık için.

Bir anıdır, bir seherdir, bir vicdan muhasebesidir.

Bir kıyamettir, bir sevdadır.

Yeri gelir Kerbela'ya döner, yeri gelir Babil'in Asma Bahçesine.

Dekor değişse de, Sahnesin sen İstanbul. Oyuncular ise aşka aşıklar.

İlmin, bilmin gerçeği taşa çalınır. Gökte yankılanır ezanlar Boğaz'ın ortasında, gönlüde açar gülleri.

Ah İstanbul. Sende yaşamıyorum ama seni yaşıyorum.

Duy beni Ey İstanbul.

Geride kalan tutuk bir kalp, yaşlı bir göz, bir günah, bir sevap.....

İşte buradayım bas beni de bağırına.

:Aşk'tan AŞK'a, Aşık'tan AŞIK'a

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

Hz.Pir Mevlana

29 Aralık 2008 Pazartesi

Kış Geldi; Kendimize Bakalım Yeter (!) Mi Acaba?

Değerli Dostlar;

Bilgisayarımı açtığımda kafamda çok farklı konu hakkında bir lakırtıyı yazmak istiyordum. Ama...Yazmak istemiyorum.

Daha da doğrusu bir cami ve o caminin duvarındaki bir evden (!) bahsetmek istiyorum, içim sızlayarak, içim acıyarak.

Ankara'nın son yıllarda yeni bir yerleşim yerinin revaçta olduğunu bilmekteyim. Turan Güneş Bulvarı... Eskiden göçlerle oluşturulmuş Ankara'nın eski ve yeni yerleşim yeri. Lüks konutlarının arasında hala gecekonduların bulunduğu bir Türkiye, bir dünya gerçeği semt oluştu. Turan Güneş Bulvarının üzerinde Hollanda Büyükelçiliği'nin yanında oldukça bakımlı binalar ve binaların önünde lüks arabaların park ettiği kaldırımlarda yer bulursanız yürüyerek gideceğiniz bir cami var. Murat Camii. Yeni bir cami. Yapan ve yaptıranların hiç bir şeyden feragat etmedikleri küçük bir cami. Küçük bir avlusu var ve güzel bir manzaraya hakim. Önü açık. Abdesthanesinde bile sıcak suyun aktığı, sıcak bir mekan.

Bu sıcak caminin duvarına yaslanmış kaçak bir yapı var. Pencerelerinin çoğunda cam yerine naylonla kapatıldığı, kapısı suntadan, yolu 10 metre ötedeki sokaktaki gibi beton olmayan, çamura batabileceğiniz bir yol. İki odalı ve mutfağı olan bir ev (!) orası. Nasıl bulacağız derseniz, bir bebeğin ağlama sesini takip edin yeter derim. Bu evde iki Somalili aile yaşıyor. Mülteciler; ancak gözlerden uzak olduklarından yardım alamıyorlar...Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değiller, yani oyda kullanamıyorlar, dolayısıyla ne belediyenin kamyonları yaklaşabiliyor o çamurlu eve, ne de başka derneklerin araçları.

Onu ilk sunta kapı açıldığında gördüm. Herşeye rağmen dimdik, güleç iri siyah gözleri vardı, ismini öğrendiğimde şaşırdım, MANA. Siyah suratı şimdiye kadar görmediğim beyazlıktaydı. Kendisinin sıcaklığı -8 dereceye varan hava sıcaklığına inat çevreyi de sarıyordu. Ev dedikleri meskende koltukları, soba dedikleri sahanda ateşleri, mutfak dedikleri tezgahta yemek yoktu. Ama yürekleri dopdolu ve sıcak bir aile.

Neyse sizi sıkmak istemem. Konunun başlangıcındaki güzel camiye döneyim. O cami o kadar sıcaktı ki....Ne hikmetse ben namazımı kılamadım ve ne hikmetse sunta kapılı, çamurlu, aç insanlardan sonra bana cehennemi hatırlattı. Kılamadım dostlar namazımı....

Bu arada ne hikmetse camideki kimsede yaklaşık 8 aydır yanlarındaki aileyi görmemişler.

Efendim;

Kışın kendisini iyice gösterdiği bugünlerde; sıcak evlerimizde iyi gıdalarla beslenelim. Eğer camiye de gidiyorsak hemen eve dönelim. Çevrede de zaten görülmeye değer bir şey yok. Kendimize bakalım (!), ibadetlerimize (!) dikkat edelim yeter değil mi? Bence de YETER. Artık YETER. Mananında değeri de yok zaten.

Niyet edelim ki Rabbim yazdıklarımızı önce bize nasip etsin. Sonra da ihtiyacı olanlara....

Lafı çok olanın yalanı da çok olur derler.

İzninizle efendim....

28 Aralık 2008 Pazar

Ey gönül

Mevlâna başka bir örnekle de insanın irade özgürlüğünü belirtmeye çalışıyor:

"Ey gönül, cebirle özgürlüğü birbirinden ayırdetmek için bir örnek getir ki, ikisini de anlayasın: Titreme hastalığından dolayı
titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el. Her iki hareketi de bil ki, Allah yaratmıştır. Ancak bu hareketi onunla karşılaştırmaya
imkan yoktur. Kendi seçiminle el oynatmandan pişman olabilirsin. Ancak titreme hastalığına tutulan bir adamın pişman
olduğunu ne zaman gördün."

"Biz su üzerindeki kûse gibiyiz. Kûsenin su üzerinde gitmesi, kendi ihtiyariyle değil, suyun irade ve hükmü iledir. Bu, genel
olarak böyledir. Yalnız bazıları suyun üzerinde olduklarını bilir, bazıları bilmezler


by komur ocagi


27 Aralık 2008 Cumartesi

MEVLANA SİZİN NEYİNİZ OLUYOR


bir dua...

Ya Resulallah 

Ne olur Ashab-ı Kehf'in köpeği gibi bende senin ashabının arasında Cennete gireyim. 

O Cennnete gitsin ben Cehenneme ,

revamıdır bu ?

O Ashab-ı Kefh'in köpeği , ben senin ashabın köpeğiyim...


yaşanmış bir olay :


Hemen her fırsatta Allah CC. dostları ile ilgili ulu orta açıklamalarla safi zihinleri idlal etmeği alışkanlık haline getirmiş olan emekli bir islam profesörü hakkında , Selçuk Üniversitesi Mevlana Araştırmaları Merkez Müdürü tarafından Mevlana Celalledini Rumi hazretlerinin şahsiyetini rencide ettiği iddiası ile bir dava acmıştır bu bu emekli şahsiyet hakkkında!

Hakim böyle bir olayın mahkemeye taşınmasının verdiği rahatsızlık ve ağırlığın altında sulh yoluna gitmek istemiş ve davayı kapatmak için davacı tarafa şu soruyu sormuştur...


MEVLANA SİZİN NEYİNİZ OLUYOR ?


Her ne kadar sulh amaçlıda sorulmuş olsada bu soru , gellinen noktada ne davacı şahsın verdiği cevap , nede hakimin verdiği karar bu soruya cevap olamamıştır.


Bu durumda sormamız gereken bu değilmi ,


MEVLANA BİZİM NEYİMİZ OLUYOR



Not : ben bunu bir forumdan alıntıladım ama hiç bunu sordukmu kendimize hakikaten , mevlana mevlana deyip eserlerini okumaya onu tartışamaya çalışıyoruzda, mevlana bizim neyimiz oluyor bun kendimize neden sormadık hiç, yada sordukmu ? 



saygı ve sevgilerimle 


kömür ocağı

misafir kimdir?

Sayın Kömür Ocağı Bey'den ve Kömür'ünden bir kıssadan hisse 

Hâce Ali Sirgâhî, Şâh’ın türbesinin yanında yemek verirdi. 

Böyle bir gün; “Yâ Rabbî! Bir misâfir gönder!” dedi. 

Âniden bir köpek geldi. Hâce Ali köpeği kovaladı. Köpek kaçtı. Sonra Şâh’ın kabrinden bir ses geldi: 
“Misâfir istiyordun. Gönderdik, kovdun.” dedi. Derhal kalktı, dışarı koştu. Köpeği aradı bulamadı. Şehrin dışına gitti. Köpeği orada bir ağacın altında yatıyor halde buldu.
Yemeği onun önüne koydu. Köpek yemeğe dönüp bakmadı. Hâce Ali utandı ve istigfâra başladı. Tövbe etti. 
Köpek; 
“Ey Hâce Ali, şimdi iyi ettin. Misâfir çağırıp kovmak ne demektir. Dikkatli ol! Eğer Şâh Şücâ orada olmasaydı, göreceğini görmüştün.” dedi.

21 Aralık 2008 Pazar

Kirlenilmeden temizlenilmiyor evlad!

Ailesi gittikten bu yana kendisini daha fazla yanlız hissediyordu. Arkadaş çevresi değişmişti ve okula pek uğramıyordu. İstanbul kazan, kendisi kepçe idi. O gün her akşamüstü olduğu gibi başındaki korkunç baş ağrısı ile yatağından doğruldu. Kendisini lavabonun karşısına zor attı. Uzun zamandır o kadar fazla içki tüketiyordu ki; artık sarhoş muydu ayık mıydı pek anlamıyordu. Yüzüne soğuk suyu vurdu kendine gelebilmek için. Giyindi. Kahvesini hazırladı. Güneş kızıla çalarken eşyalarını savurup yere attı dağınık odasında oturabilmek için koltuğa. Artık kendisine gelmeliydi. Ne oluyordu; kendisine bilemiyordu. Bu kadar boşvermişlik, huzursuzluk veriyordu kendisine, ancak yine de kendisini alamıyordu. Ne arıyordu içki alemlerinde, İstanbul'un kolluk güçlerinin bile giremediği sokaklarda. Pislik içindeydi, hem içi, hem dışı. Dostu kalmamıştı çevresinde. Akrabaları bile hatırını sormuyordu. Kendi kendisine “yanlızsın işte” diyordu ki telefonu çaldı evin. Telefonu açtı, arayan onun yeni arkadaşlarıydı. Gel denmesini beklemeden telefonu kapatıp soluğu Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki batakhanede aldı soluğu......


Ne kadar içti, ne kadar kadeh kaldırdı artık sayamıyordu.....


Çağıranlar artık yoktu masada. Kendisi, içkisi, ve suratında mahzun ifade. Pişmanlık ile keyif, neşe ile hüzün. Ne arıyordu, ne oluyordu kendisine. Mekan kapanırken çıktı dışarı. Gecenin zifiri karanlığında sokakta ilerliyordu. Sokak mı sallanıyordu, yoksa kendi mi?....


Ayaklarına hükmedemiyordu sanki, onlar başka bir varlıktı, onlar gidiyor ve kendisini de sürüklüyorlardı. Bir duvar dibine geldi. Duvara dayandı yoksa duvar mı ona; duvardaki sıcaklık içini sararken içiden haykırmak geldi. “Ben neyin ulan” diye narasını savurdu. Beyoğlu naralara aşinaydı, ama bu kadar içtenini belki de daha önce işitmemişti. Uzaklardan mavi ışıkları gördü. “Şimdi bir de işin yoksa polisle uğraş” dedi. Ayakları ilerledi, kendisini çekti. Duvar yüksekti, ancak tırmanabileceğini sandı. Zıpladı...Zıpladıkça duvar yükseldi. Acale etmeliydi, mavi ışıklar yaklaşıyordu. Yan taraftaki çöp konteynırını çekti. Üzerine çıktı, duvardan aşağıya kendini bıraktı....


Düştü...Kalkayım dedi kalkamadı...Emekleyerek ilerledi. Karanlıktan önünü göremiyordu. Dizi açımıştı ve belki de kanıyordu. Kimin umrandıydı ki. Acıyı dizinde değil yüreğinde hissediyordu. Yüreği kanıyordu. Çok yüksek olmayan bir duvara geldi. Genişliği de fazla değildi. Sarıldı duvara, taştandı. Dayandı ve ağlamaya başladı. İlk defa dua etti. “Allah'ım nedir bu halim. Çok kirliyim çok.”


Göz yaşlarıyla salyaları birbirine karışmıştı. Ağlıyordu....Yüreği kanıyordu....Gözleri kapandı. Açmaya çalıştı zorlandı...Açtı...Uyumayacağım dedi....Ama kapandı gitti gözler...Uyudu....


Yanağında sıcaklık hissetti...Hayır yanağında değildi bu yüreğindeydi...Gözlerini açmaya çalıştı...Gözünün önünde eski okulundan hocası Mithat Bey duruyordu. Mithat Bey'in elleri yanağındaydı ama yüreğini de tutuyordu. Hemen dayandığı taştan doğruldu. Ayağa kalktı dayanarak taşa. Taş diye düşündüğü bir mezar taşıydı ve bulunduğu yer bir mezarlıktı. Doğruldu gözleri yerde, elleri önde kavuşmuş. Utançtan ne yapacağını bilemedi. “Keşke” dedi içinden “şu mezar açılsa da içine girsem” . Mithat Bey her zamanki gülüşü ile ona bakıyordu ve elleriyle üzerlerindeki tozları çırpmaya başladı. “Hocam çok ama çok kirliyim, pislik dolu çukurun dibindeyim” dedi. Mithat Bey'in gülümsemesi daha da belirginleşti. Ağzını açtı ve “Evlad marifet pislik çukuruna girmemek değildir; giripte pislenmeden çıkmaktır. Hem bak kirlenilmeden temizlenilmiyor ki” dedi. Hocasının ellerine kapandı, öpüp yüzüne sürdü. Elleri gül kokuyordu, Gül Hocasının. “Affedin Hocam beni” dedi. Hocası “ben değil Allah affetsin, sen temizlenmek için önce niyet sonra da gayret et” dedi. Önde Hocası, arkada kendisi mezarlığın içinde yürüdüler. Mezarlık çok küçüktü, biliyordu burayı ama adını getiremiyordu. Karşılıklı odaların bulunduğu yerden Galata Meydanına çıktılar. Arkasına baktı. Burası Galata Mevlehanesi idi. Utancı arttı. Yüreği daha da büzüştü. Hocası ona döndü ve “Evlad burada da içilir ve sızılır; ama içtiğin aşk şarabı olsun” dedi.


Beyoğlu'ndan Taksime doğru yürümeye başladılar. Kafası aydın, yüreği paktı. İstiklal Caddesi'nin kalabalıklığından ürktü, utandı, çekindi....Ama onlar ilerledikçe kabalık yarılıyor, yol kısalıyordu. Kalabalıkta bir sarhoş ve bir sarhoş adayı yürüyordu. Ama bu sefer sokak sallanıyordu ve kendileri dimdikti. Menzilleri aydınlıktı. Konuşmadılar ama kulağında hep aynı sözler yankılanıyordu.


Kirlenilmeden temizlenilmiyor evlad.”

Mevlana - Bektaş-i

Bir adamcağız kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaşî Velî'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu.Durumu Hacı Bektaşî Velî'ye anlatır ve Hacı Bektaşî Velî "helâl değildir" diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevî dergâhına gider ve aynı durumu Mevlânâ'ya anlatır. Mevlânâ ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaşî Velî'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlânâ'ya bunun sebebini sorar. Mevlânâ şöyle der:- Biz bir karga isek, Hacı Bektaşî Velî bir şahin gidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.Adam üşenmez, kalkar Bektaşî dergâhı'na gider ve Hacı Bektaşî Velî'ye, Mevlânâ'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip, bunun sebebini bir de Hacı Bektaşî Velî'ye sorar. Hacı Bektaşî Velî de şöyle der:- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlânâ'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.


Böyle bir hikayeye,Bektaşiyi dinlemekde fayda var,haramdan hediye olmaz gibi bir yorum yapmak ne kadar doğrudur? Bu yaklaşıma kırmadan nasıl bir cevap verebiliriz?Ya da nasıl bir durumu örnek gösterebiliriz?

19 Aralık 2008 Cuma

Hıyarname

Değerli Dostlar;

Toprak bize cömertçe davranıp ter türlü gıdamızı vermekte vesile olmuştur. Topraktan var olduğunu bilen insan topraktan gelen herşeye de; bir dosttan gelen herşey gibi eyvallah der. Bu noktada dediği eyvallah’ın manası önemlidir. İnsan olmanın manasını kavramış kişi eyvallah’ı gönülden der ki gönülden geçen eyvallah helaldir. Bu eyvallah’ın anlamı kişinin her gördüğü şeyi Allah’ın takdirine boyun büküp teslimiyetini ifade etmesidir. Ancak kişiye eyvallah’ı nefsin söyletmesi ise haramdır.

Değerli Dostlar;

Topraktan gelen nimetler çeşitlidir. Bu nimetlere ibretle bakmalıyız ki bir çok ders çıkarabilelim. Örneğin kabakgiller familyası vardır. Dünyanın sıcak bölgelerine yayılmış 100 cinsi ve 850 türü vardır. Ülkemizde topraktan elde ettiğimiz 3 cinsi ve bunlara ait 8 türü yayılmıştır. Hepimizin bildiği kavun, salatalık, kabak, karpuz, şalgam, hıyar hep bu familyanın mensuplarıdır. Hepsinin birbirinden farklı tadı, görüntüsü ve ismi vardır. Bahçıvanlar bunların tohumlarına göre birbirlerinden ayırıp ekerler.

Asıl konumuza gelirsek, bu kabakgiller familyasının toprağa ekilmesi ve toplanması ilginçtir. Çünkü tohumları arasına mutlaka farklı bir tür de karışır. Bu yüzden örneğin bir karpuz tarlasında bir kavun, bir kavun tarlasında bir hıyar olması muhtemeldir. Bahçenin ehli mutlaka bu kavunu veya hıyarı ayırarak mahsulu toplar ve pazara sunar. Ancak bu kavun veya hıyar dile gelse bu bahçıvana ne diyebilir? Şöyle bir laf etse :”Ey bize emek veren bahçe ehli, belki ben hıyar olabilirim, ancak şu kavunla aynı toprakta, aynı sudan ve gübreden nimetimi aldın, aynı güneşin ışınlarıyla olgunlaştım, o yüzden benim rengime ve şeklime bakma, beni de kavun say.” .Sizce bahçıvan ne yanıt verebilir bu hıyara? Eminim ki işinin ehli bir kişi ise hıyara da “eyvallah” der ancak onu mutlaka kavundan ayırır.

Değerli Dostlar;

Hepimiz aynı aileden gelsek bile hıyar ve kavun gibi farklı tohumlara sahibizdir. Aynı mekanları, aynı şehirleri, aynı kültürleri, aynı eserleri paylaşsak bile tohumlarımız farklı, tadlarımız farklı, görüntülerimiz farklıdır. Ancak farkımız ayrı olduğumuz anlamına gelmez tam tersine özümüzdeki yaşam kaynağının tekliğini gösterir. Bu gösteriş ne kadar muhteşemdir ki hakkında bir çok name yazılmıştır.

Şimdi şöyle düşünebiliriz. Aynı sofradan yemek yemiş, aynı suyu içmiş, benzer konuları konuşmuş kişiler birbiriyle aynı mıdır? Belki aynı lafları ettiklerinde karşısındakilere benzediklerini düşünebilirler. Ancak laflarını nereleriyle söyledikleri önemlidir benzemek için. Gönülden söylenen laflarla benzerlik çıkar. Ya nefsiyle söyledikleriyle ne olurlar.

Efendim,

Devir, gönlün yerini dilin aldığı devirdir. Ancak bu yüzden bana da gönülden “Estafurullah” demek düşer.

Niyet edelim ki Rabbim yazdıklarımızı önce bize nasip etsin...Sonra da ihtiyacı olanlara....

Lafı çok olanın yalanı da çok olur derler.

İzninizle efendim.

13 Aralık 2008 Cumartesi

Bileşik Kaplar Kanunu

Değerli Dostlar;

Eğitim hayatımıza ortaokul dönemlerinde giren bir konudur “Bileşik Kaplar Kanunu”. Matematiğe veya fiziğe ilgisi olmayan veya ilgili olupta bu kanunu küçümseyenler bu konuyu okul sıralarındaki yıllarında bırakır ve eğitim-öğretim eğrilerini daha üst seviyede olduklarına inandıkları kanunlarla doldurmaya girişirler. Bu kanun çok basit tanımlama ile ; “alt bölgelerinden birbirine bağlı iki veya daha fazla kapta bulunan sıvıların yoğunlukları aynı ise kaplardaki yüksekliklerininde aynı olmasını; eğer sıvı yoğunlukları farklı ise yoğunluklarıyla ters orantılı olarak yüksekliklerinin farklı olmasıdır.” . Kısaca şöyle de diyebiliriz: Kaba ne koyarsak o boşalır.

Değerli Dostlar;

Yukarıdaki satırlarda sizi fizik konularıyla sıktımsa affınıza sığnırım. Ancak benim asıl değinmek istediğim, bu kanunun hayatta da böyle olup olmamasıdır. Yani basit bir fizik kuralı gibi görülse bile hayatımızın her alanına da bunu aktaramaz mıyız? Şöyle düşünebiliriz iyilik yapan bir insan yaptığı iyiliğinde karşılığını görür, kötülük yapan bir insan yaptığı kötülüğün karşılığını görür. Elbette bu durum batında da olabilir, zahirde de olabilir. Ebedi hayat hocamın dediği gibi: “Kaba ne koyarsak o boşalır. Çünkü insanoğlunun kabı birdir.”

Değerli Dostlar;

Derler ki hayattaki tek tesadüf, sözlüklerdeki “tesadüf” kelimesidir. Bu yüzden kaderini elinde tutan insan hayatın bir çok latifeleri ile de karşılaşabilir. Bu latifelerin ne olduğu ve nasıl insanı etkilediği, hayata karşı kişinin yaptığı latifeler nispetindedir. Geçireceğimiz bir rahatsızlık nedeniyle gereksinim duyacağımız bir kan veya ilik; maddi olarak sıkıntılarımızda gereksinim duyacağımız para; kış mevsiminde ıssız bir yolda gereksinim duyacağımız bir taşıt; aç kaldığımız gereksinim duyacağımız bir çorba. Bunlar hayatın bize latifeleri olabilir. Peki aynı latifeleri biz hayata yaptık mı? Kan veya ilik bağışladık mı; para yardımı yaptık mı; taşıtımıza yoldan tanımadığımız birini aldık mı; birini doyurduk mu?

Efendim;

Kabımıza istikakımıza göre doğru ve insani doldurmalıyız ki, istikakımıza göre doğru ve insani boşaltabilelim. Unutmayalım biz kabın asıl sahibi değil sadece görünen emanetçisiyiz. Emanete iyi bakalım.

Niyet edelim ki Rabbim yazdıklarımızı önce bize nasip etsin...Sonra da ihtiyacı olanlara....

Lafı çok olanın yalanı da çok olur derler.

İzninizle efendim.

Mümtaz Ali Tahir

6 Aralık 2008 Cumartesi

Kurban

Değerli Dostlar;

Bazı mekanlar vardır; kimliği ile, mevcudiyeti ile, iklimi ile, ruhaniyeti ile ziyaret edende iz bırakır ve hatta bu iz kimi zaman gören gözler için hal olur. Soracak olursak kendimize hangi mekanlardır bunlar diye, cevabım elbette Mekke olacaktır. Hasrettir Mekke, menzildir Mekke, uzaktaki yakındır Mekke. Mekke denilince herkesin aklına Kabe gelir, hac farzı gelir, kutsal topraklar gelir. Nedendir bilmem ama benim aklıma kurban olmak gelir, ve aklıma gelen başıma gelir derler ya; başım kurbanın altında ezilir, gönlüm çoşar, büzülür; gözlerim puslanır. Kurbanın ne zaman ve nasıl çıktığı herkesçe malumdur. Benim bahsetmek istediğim bu değil. Bahsetmek istediğim aynı şartlarda kalan bir kul nasıl davranır. Ve hatta kurban nedir, kimdir?

Teşbihte hata olmaz derler; örneğimiz edebimizi alaşağı etse de vermeden geçemeyeceğim. Bir kula evladını kurban et dense ne yapar? Acaba kurban edilen kimdir? Belki de bunun üzerine tefekkür etmemiz gerekir!.

Değerli Dostlar;

Kurban benim, evet benim dediğim nefsim, egom, putumdur. Bunlar ağırlıktır menzile giden yolda. Yolun başlangıcı ben, sonu ben. Ya ben kimim? Bunları öncelikle Allah yolunda kurban etmem gerekmez mi? Hafiflemem gerekmez mi? Gönle giderken hafiflemem gerekir ki, hacımı tamamlayabileyim. Kolay olmadığı söylenir, hoş kolaylık ve zorluk sıfattır, kula göre değişir ya. Rabbim bize de aynı yolda kurban olmayı, kurban etmeyi nasip eylesin. Ancak kurban etmek için öncelikle kişinin kurban edeceğini görmesi, bilmesi ve hatta fark etmesi gerekmez mi?

Efendim;

Daha öncede belirttiğimiz gibi zarfta kalmayalım, mektuba inelim ki manasını anlayabilelim. Zarftakinden öte mektuptadır. Fark edelim, kurban olalım ki yoluna, hafifleyelim.

Niyet edelim ki Rabbim yazdıklarımızı önce bize nasip etsin. Sonra da ihtiyacı olanlara....

Lafı çok olanın yalanı da çok olur derler.

İzninizle efendim....

Mümtaz Ali Tahir

5 Aralık 2008 Cuma

VİRA BİSMİLLAH

Değerli Dostlar;

Söz uçar yazı kalır derler.

Bundan dolayı bende gönlümden geçenleri sizlerle yazılı olarak paylaşmak istedim. Dostlarıma yazdığım satırlara “Sahibini Arayan Satırlar” derim. Belki bir kaç satırda sizi arıyordur! İnşallah bu yazıyla sizi haddimden fazla meşgul etmem.

Vira Bismillah!

Değerli Dostlar;
Hepimizin bir amacı, uğrunda mücadele ettiğimiz meseleler var. Kimisi planladığımız, kimisi de kader diyebileceğimiz mücadele yumağının merkezinde ne olmalı? Çevreme baktığımda ve çevreme sorduğumda mücadele ve sorunlar hayata dair. Peki hayat mücadelesi ve sorununa nasıl bakmalıyız? Öncelikle hayatı anlamalıyız belki de. Hayatı nasıl tanımlarız? Son günlerde duyduğum ulvi gözüken ancak bana göre oldukça kısır bir söz var. “Nefes aldığın müddetçe yaşıyorsun.” Yaşam sadece nefes almaksa, biyolojik aktiviteleri yerine getirmekse; affınıza sığınarak şunu söylemek isterim: “Ahırdaki bir hayvan gibi yaşamak ne kadar güzel.”. Mücadele yok, amaç yok, erdem yok, sahibin yemini verir, sende süt üretir karşılığını verirsin. Halbuki yaşam dediğimiz süreç, biyolojik faaliyetlerin yanında insan olma erdemine sahip olabilmemizin de sınavı değil midir? Yaradılışını insan olma onuru ile tamamlamış varlığımızın mutlaka biyolojik aktiviteler haricinde de bir yaşam menzili olmalı. O zaman hayatı ve yaşamı anlamada ilk evre insanı anlamaktır derim. İnsanı anlamak bir durum çalışmasıdır. Durum çalışmalarında seçme metodları dikkate alınarak bir örnek alınır. O halde insanı anlamak için bir insan olmaya namzet örneğine ihityaç vardır. Bu durumda örnek kimdir? Bana sorarsanız insanı anlamak için en iyi örnek kişinin kendisidir. Hayatı anlamada, insanın kendisini bilmesi ve tahlil etmesi en önemli basamaktır. Bu durumda insanın kendisini sorgulaması gerekir. Kim olduğunu ve yaradılış sebebini bilmesi ve bu bilgisinden menzilini görebilmesi gerekmez mi?
Yunus ne kadar güzel demiş: “İlim ilim bilmektir; İlim kendin bilmektir; Sen kendini bilmezsen; Ya nice okumaktır.” Yunus’un ilmi neydi? Yunus’un ilmi kendisine dairdi, kendisinden başlayıp kendisinde sonlanan bir ilim anlayışı ile yaşamı ve hayatı tanımlamıştır Divan’da. Demek ki kişinin ilim sahibi olabilmesi için öncelikle kendisini bilmesi gerekir. Yunus’un menzili İlim’di, çıkış noktasıysa kendisiydi. Bu tanımlama tüm ilimler ve tüm menziller için de geçerli değil midir?
Yaşam menzilimizi oluşturan biyolojik sürecimiz değildir. Duygularımız, duyularımız, nefsimiz, egomuz, aklımız, kötülük ve iyilik anlayışımız menzili oluşturur. Bu anlayışta olmayanlar biyolojik organizmalar ve insan harici yaşayan varlıklardır. Hoş bu anlayışta olmayanlar için yaşıyor denilir mi? Filibeli Ahmed Hilmi’nin “Amak-ı Hayal” adlı eserinde yaşama ve hayata dair fikirlerini söyleyen Raci için dervişler “Vay sen yaşıyor musun?” diye sormuşlardır. Evet kendisini bilmeyen biri nasıl olurda hayatı ve yaşamı bilir? Daha da doğrusu kendisini bilmeyen için nasıl olurda yaşıyor denir! 

Efendim;
Hayat ve yaşam bir zarftır. Zarfı açalım, içindeki insanı okuyalım. Hayata ve yaşama dair ne varsa ondadır.
Niyet edelim ki Rabbim yazdıklarımızı önce bize nasip etsin...Sonra da ihtiyacı olanlara....
Lafı çok olanın yalanı da çok olur derler.
İzninizle efendim....

EFENDİM

21 KASIM 2008 CUMA


Yokluğunda seni özledik.
Sana değen rüzgarı, seni örten bulutu özledik.
Özlemeyi, özlenikmeyi, sevmeyi, sevilmeyi, sevindirmeyi,
sevindirilmeyi özledik Efendim.
Yokluğunda seni özledik.
Sana değen rüzgarı, seni örten bulutu özledik. Özlemeyi, özlenilmeyi, sevmeyi, sevilmeyi,sevindirmeyi, sevindirilmeyi özledik Efendim.
Aşkı, gözyaşını, müsamahayı, ahlakı, adabı, ihsanı, irfanı, iz'anı, ferseti, basireti, şecaatı, celadeti, adaleti, meveddeti, muhabbeti özledik.
İzzeti, hikmeti, fıtratı, şefkati, hürmeti, devleti özledik. Senden sana tefrika meşrebimiz, taklit mezhebimiz, cehalet mektebimiz, atalet fıtratımız, hamakat şöhratimiz, ihanet sıfatımız, küffar velinimetimiz oldu.
Efendim,
Sen kendini "abdühü ve rasuluhu:" O'nun kulu ve elçisi" olarak takdim etmiştin. Sana iman eden bazıları sana hürmet adı altında seni kulluktan "kurtarıp" melekleştirerek hayattan dışladılar. Bu ifrata karşı başka bazılarıda tefrite sapıp seni"güzel örnek" olmaktan çıkarıp bir "bir postacı", bir"ara kablosu" seviyesinde görerek hayattan dışladılar.
Bunların hepsi sana iman ediyordu. Ama seni hayatımızdan çıkarmanın ızdırabını çektirdiler bize. Bu işi, göğe çekerek ya da yere sokarak yapmaları sonuçta hiçbir şeyi değiştirmedi.
Allah seni "güzel örnek" olarak gösterdi. Sen Kur'anın konuşanı, yürüyeni, haraket edeniydin . Tıpkı bir annede spermin insana, bir ağaçta suyun meyvaya, bir arıda tozun bala, bir tavukta darının yumurtaya, bir koyunda samanın süte dönüşmesi gibi, ayetler sende hayata dönüşüyordu.
Allah ısrarla seni örnek gösterirken , birileri ısrarla kitab'ı, kitapları örnek göstermekte direndiler. Öylesi işlerine geliyordu, cansız bir nesneyi örnek edinmekle, canlı bir insanı örnek edinmek aynı olur muydu?
Efendim,
Kitapsızlıktan değil, "peygambersizlikten" kırıldık. Yokluğumuz peygamber yokluğu. Seni hatırlatan, seni andıran insanların hasretini çekiyoruz. Çocuklarımız peygamberi sorunca "evladım onun ahlakı tıpkı falancanın ahlakı gibiydi" diyeceğimiz insanlar yok denecek kadar az.
İnsanlık destanıyla yaşıt olan vahiy sürecinde birçok kitapsız peygamber gelmişti de, bir tek peygambersiz kitap gelmemişti. Sayenizde yaşlı dünya ona da şahit oldu.
Şimdi kur'an mahzun efendim, kur'an öksüz. Seninle ku'an'ın arasını ayırdık, etle tırnağın, toprakla tohumun, anayla evladın arasını ayırır gibi.
Gel de bir bak efendim, bu mazlum ümmetin hali pür-melaline. Bıraktığın din tanınmaz hale geldi, bıraktığın sitenin harabelerinde baykuşlar tünedi.
Gün geçmez iki ümmetin coğrafyasından feryat yükselmesin, oluk oluk kan akmasın.
Bir olarak bıraktığın ümmetin kaç parçaya ayrıldığının sayısını onu parçalayanlar dahi unuttu.
Bıraktığın kutlu mirası hovarda mirasyediler gibi parçalayarak paylaştık efendim. Nebevi mirasın irfani ve ahlaki boyutuna bir hizip, ilmi ve fikri boyutuna bir başka hizip, siyasi ve hareki boyutuna ise daha başka bir hizip sahip çıktı. Yüzyıllardır tüm bu hizipler, ellerindeki parçanın"bütünün kendisi" olduğunu iddia etmekle ömür tükettiler. Her hizip ellerindeki parçayla övünüp durdu. Hepimiz hakikatin merkezine kendimizi oturtup hak benim dedik.
Oysa ki efendim, bazen parçalanan hakikat hakikat olmaktan çıkar. Ait olduğu bütün içerisinde anlamlı olan bir parça o bütünden ayrılınca anlamsızlaşabilir. Bunu farkedemedik Efendim.
Efendim,
İsailoğulları, peygamberlerini katlediyorlardı. Biz de senin güzel hatıranı, emanetini, adını ve sünnetini katlettik. Seni katlettik Efendim.
Kimilerimiz için sen hiç ölmedin, o ender bahtiyarlar seni hep içlerinde, işlerinde, hayatlarında , düşüncelerinde, duygularında , eylemlerinde, evlerinde yaşattılar.
Kimilerimiz içinde sen hiç doğmadın. Onlar hep senden mahrum yaşadılar. Şol mahiler ki derya içindeydiler, deryayı bilmediler.
Varlığının kaç bahara bedel olduğunu bilmeyenler yokluğunun ıztırabını nasıl duysunlar Efendim?
Seni çok seviyoruz, seni çok özlüyoruz... Bize kırgın mısın Sevgili Efendim?
( AKABE eğitim ve kültür vakfı)'ından alıntıdır.

1 TEFEKKÜR VE SORULAR:

GölGem dedi ki...

Allah yolundan ayırmasın. Emeğine sağlık.

YAKARIŞ

03 ARALIK 2008 ÇARŞAMBA


Bismillahirahmanirahim
'O' bütün canlıların rahmanı bütün canlılar gece ve gündüz 'O' nu anar. Tüm canlılar 'O'
na hamd eder. O'nun yeryüzünde ve gök yüzünde eşi ve benzeri yoktur.O en büyük bağışlayıcıdır. Tüm canlılar mutlaka 'O' na döndürülecektir. 'O' doğunun ve batının rahman'ıdır güneşin doğduğu hiçbir yer ondan saklı değildir,iki kişinin bulunduğu yerde 'O' üçüncü kişidir.üç kişinin bulunduğu yerde 'O' dördüncü kişidir. Ey insanlar rabbinizi unutmayın gece ve gündüz her adım atışınızda her nefes alışınızda ğözünüzün gördügü her yerde her kalp atışınızda rabbinişzi anın anınki rabbiniz sizi din gününde mağfiret etsin. ALLAH yanlızca doğruyu söyler.
Ya rabbi ben şimdiye kadar gözlerim körmüş beni affet. Hiç duymamışım beni affet.hiç kalbim atmamış beni affet. hiç nefes almamışım beni affet.insan olarak hiç düşünmemişim beni affet.hiç gök yüzüne bakmamışım hiç gece olmammış hiç sabah olmamış hiç gün ağırıken görmemişim beni affet. sen affedicilerin en büyügüsün senden başka tapacak yok beni affet.
Ya Rabbi seni unuttuğumuz için çağrına kulak vermediğimiz için bizi affet Ya Rabbi biz şerri iyiliğe tercih ettik bizi affet. Peygamberini görmedik seni yeryüzünde ğörmediğimiz için bizi affet. şimdi şu kulun her canlıda seni arar şimdi herkes kabe de seni haykırıyor benim bedenim burda gönlüm uzaklarda seni arar beni affet. o belirli gün geldiğinde sana yüzümüz olmayacak ya rabbi bizi affet.
ya rabbi bizi İbrahimin ümmetinini affettiğin gibi affet bizi Musa nın ümmetini affettiğin gibi affet ya rabbi bizi son peygamber yer yüzünü senin için yarratım dediğin MUHAMMED aşkına affet. Her gece miskin miskin uyuduğumuz için affet taşlar bile senin korkundan çatladığı halde biz unuttuğumuz için affet gök yeryüzünü yaratırken gönlüyle geldigi halde senin davetine gelmediğimiz için affet.Günahlarımıza ağlayamadığımı için affet.yeryüzünde sana tüm canlılar secde ederken biz etmediğimiz için affet.
Ya Rabbi şeytan bizi senin sonsuz rahmetinle kandırdı şeytana uyduk bizi affet.dünya bizim ğözümüze süslü geldi arkadaşlarımıza uyduk bizi affet.
Ya rabbi o ses geldiğinde dağlar atılmış pamuk gibi savrulduğu insanların kelebekler gibi uçuştuğu ve diri diri gömülen kız çocuna hangi suçtan gömüldüğü sorulduğu zaman sana dönecegiz.
Bizi affet.

YENİDEN BAŞLAMAK

30 KASIM 2008 PAZAR

Hayatınıza yeniden başladığınız hiç oldumu? Hiç olmaz olurmu Adem ayeyisselamın da hi olmuş hani ALLAH (C.C) onu cennetten kovmuştu sonra tövbesini kabul edip cennetine kabul etmişti. Her insanın ikinci bir şansı vardır hele bu şansı ALLAH veriyorsa kapı her zaman açıktır yeterki gönülden olsun yeterki taa derinlerden gelsin. Bir arkadaşım ALLAH (C.C) kendisini ve tüm inananları affedeceğini ve cehenneme atmayacağını tüm günahlarına rağmen cennete girebileceğini iddaa etmişti. ALLAH kuran-ı kerimde diyorki: Ey insanlar şeytan sizi ALLAH ın mağfiretini çok affediciliğini söyleyip sizi kandırmasın. Aslında hepimiz ALLAH ın varlığını tek olduğunu her an yanımızda olduğunu biliyoruz. ister musevi olsun ister hiristiyan herkes biliyor. Peki dünyada bu kadar günah niye o zaman niye insanlar mutlak sona giderken bu kadar pervasız. Hiç kimse sonsuza kadar yaşayamayacak. Acaba sabahlara kadar namaz kılan birinin en büyük günahı ne, hangi günahtan sonra insanın ALLAH' a yüzü kalmaz. ALLAH insanlara o kadar çok uyarı göndermişki insan hangi uyarıdan sonra akıllanacak.ALLAH' ı unutan bir insan sabahı nasıl ediyor ya da onun sabahı ile dindar birinin sabahı arasında nasıl bir fark var. Ben kaç kere tövbe etsem benim günahlarım af olur. Şu son iki ayda sabahlar bir başka sabah ,geceler bir başka gece, dağlar eskisi gibi heybetli degil ,ağaçlar ot degil gökyüzü sadece mavi değil, ben eski ben değilim, neden şimdiye kadar bunları hiç düşünmedim bilmiyorum. Ney di o gece benim içime düşen şey.Neden hiç ney dinlemedim bilmiyorum. Bu yaştan sonra ben aşık olmam diyordum bu aşk değilse ne o zaman neden yanlız kalmaktan bu kadar korkarken, yanlız kalmayı bukadar istiyorum, neden her aklıma ALLAH geldiğinde kendimi tutamıyorum, neden gündüzler bukadar çekilmezken geceler bu kadar güzel, neden artık çimlere basamıyorum ,neden bukadar günahım var kaçınılmaz son mu beni bukadar korkutan ya da söylenen bildirilen son mu beni bu kadar korkutuyor.Neden benim aklıma geldide bir başkasının aklına gelmiyor bunlar ve ya aklına geliyorsa onlar nerde, neden bu kadar yanlızım ben. Neden konuşmak istediğim sonu bilenlerle karşılaşmıyorum. Neden daha önce yüzlerce kez işlediğim günahları şimdi işlerken bu kadar utanıyorum.Şimdi aynı günahı işlersem ALLAH beni bir daha affetmezmi. dağların atılmış pamuk gibi uçuştugu insanların kelebekler gibi savrulduğu atalarımın diriltildiği o an geldiği zaman sonumuz ne olacak, sonumuz güzel olsun diye ne kadar dua etsem o an'dan kurtulurum, ne zaman insan gibi degilde kul gibi düşünürüm, ne zaman göz yaşlarım diner, ne kadar ağlasam ALLAH beni affeder, ben kendimi affedemezken ALLAH' tan nasıl af dileyim.Neden kuran-ı dinlerken bu kadar tüylerim diken diken oluyor. Yeniden başlasam insan değilde kul olabilirmiyim.Yeniden başlasam arkadaşlarım bana lakap taksa ne olur.Benimle dalga geçse ne olur.Alıp başımı hiç tanımadığım beni de tanımayan insanların yanına gitsem ne olur.Tüm günahlarımın cezasını dünyada çeksemde ahirete hiç borçlu kalmasam ne olur.Gözlerim hiç günah görmese dilim tutulsa hiç konuşamasam ne olur, dünyada bir avare olsam elime bir tomar kağıt alsam dünyanın tüm tapularını dağıtsam ne olur. Deli deseler bana ne olur, kalbim iman ateşyle yansa yok olsam ne olur.Hiç dünya ya gelmemiş olsam Mekke'de bir taş olsam ne olur, sıcak rüzgarlar beni kabeye doğru savursa ne olur veyahut secde de donup kalsam beni hiç kimse hatırlamasa ama dünyanın ıssız bir adasında taşlaşmıış zikir yapasam ne olur.Bunlar olmazsa bari gündüzler insan tarafımın geceler kul tarafımın olsa ne olur.Ne olur ALLAH ım beni ve tüm insanları affetse, ne olurdu şeytan o gün insana secde etseydi bunları yaşarmıydık veya adem aleyyisselamı kandırmasa ne olurdu. Ne olurdu bilmiyorum tek bildiğim artık ben ben değilim her şeye yeniden başladım.

3 TEFEKKÜR VE SORULAR:

kutup dedi ki...

hosgeldin..ne guzel bir gelis olmus ...hayırlı olsun...ve bize de yeni bir baslangic olsun :)her son yeni bir baslangic degil mi ?

cerrah dedi ki...

hoş geldin meraktan soruyorum su anki halinle cennete girmek istemisin günahların icin cehennemde yanmaya razımısın allah seni cennete sokmak istesede girebilirmisin

GölGem dedi ki...

ben hayata yeniden başlayanlardanım. Görmeyen gözlerim görür oldu, nefsin oyunlarından değil Allah aşkı ile ağlar oldu. 
Hissetmeyen kalbim artık onunla dolu atıyor.
her an onu idrak etmek için çabalıyor beynim.
Ani bir değişim oldu benim için ve hızlı bir ilerleyiş. İlerleyiş diyorum çünkü varlığımın farkına varmak çok önemli bir adım benim için ve hiçliğimin bilincinde olmak...

4 Aralık 2008 Perşembe

ADEME SECDE MESELESİ

selamu aleykum .
ademe secde meselesi:Ali ağabeyimizin hep hatırlattığı küçük bir mesele vardı hani
Allah c.c. ademi yaratacağını meleklerine haber vermişbütün melekler ağlamaya başlamışlar,çünkü insanoğlunun yeryüzünde bozgun çıkaracağını seyretmişlermiş
bu nedenle yalvarmaya başlamışlar Allah a..bu ademi illa yaratmayı murad ediyorsunuz ama,kardeşler kanlarını akıtacaklar..o zaman Cenab-ı Allah meleklerine başka bir sahne seyrettirmiş..

insanoğlu yeryüzünde aile kurmuş,eşini bulmuş,yuva sıcaklığı içinde evlatlar yetişiyor,aile saadeti kısaca..
bu sahneyi görünce melekler hayranlık ile sevinmişler ve biribirlerine sarılmışlar

Ali ağabeyimiz aileye ,özellikle evlat yrtiştirmeye azami önem verirdi,
çünkü Allah c.c. aile saadetini murad etmiş ve ademi o sebeple yaratmıştır

her bakımdan muhabbet ve cüzi aş ve melekler böyle evleri tavaf ederler derdi Ali ağabeyimiz ve bildiğiniz duayı yinelerdi.

evleriniz meleklerin tavaf ettikleri evler olsun
inşallah

bundan sonra gelelim ademin yaratılışına

öncelikle mesnevide adem'in yaratılışı bahsi çok güzel anlatılmıştır öneririm okumanızı
Cenab-ı Allah adem a.s. ı yarattığında henüz ona ruhundan üflememişken secde emretti
sebebi ise ademin cisminde Allah ı birlememek ve Allah a mı, adememi secde diye karışıklık olmaması.

adem bir cesed iken melekler ona secde ile emrolundular

burada secdeninde secde edileninde hükmü yoktur

asıl hüküm Allah'ın neyi emretmiş olduğu ve emir alanların emir sahibine kati itaat etmesi melesidir


anlatabildim inşallah
yani şeytan-ı lain de halen bir melek olduğu halde(henüz HUZUR-u ilahiden kovulmamıştı)

o emre itaat etmedi
daha kötüsü ise ,,,,muhakkak anlamaya çalışın

o emri SORGULADI

SORGULADI

SORGULADI

YANİ EN OLMAMASI GEREKEN TEK ŞEY BUDUR BÜTÜN HAYATLARIMIZDA

hangi kefenin elemanı olacağımız buna bağlı

sorgulamak (şeytan-ı lain in adeti) Allah dedi ve bitmiştir (mekelerin adeti)
melek ise iman ehlinin gökteki yegane kavmidir

secde Allah'ın emrine idi
işte bütün mesele bu kadarCIK
bu "cık" ise çok sancılı bir şeydir evet güzel kardeşim,size yazınızıda okuduğum için daha bir gönül rahatlığı ile şöyle söylemek istiyorum
siz anladınız elbet, sözü kaldırın aradan

bu söz perdesi en kalın perdedir

heleki hal insanları söz makamındakilerle çok uzak kalırlar
siz söylemeyin
ama muhakkak işitin
çünkü kati itaat için muhakkak işitmiş olmak gerek
cesed kulak, ruh kulak, hepsiyle birden işitmek gerek
taa kilometrelerce uzaktan imdad edenler bütün kulakları ile işitmeyi öğrenmişlerdir evvela
bizim acizane öğrendiğimiz birşeydi size aktardık inşallah
sonra bakmadan görmeyi öğrenmek gelecek
ama önce işitmek
bütün letaiflerimizinde perdelerini kaldıracak ve bizleri göktekilere benzetecek olan önce itaat
ve secde,kalp secde ettiği zaman bedeb secde ediyordur, ama ryhyn secdesi Allah dedi ve bitmiştir demekle başlıyor
akıl yok yani burada
akıl dünya işlerini ve adaleti sağlıyor
uhrevi meselelerde akıl yol aldırmıyor
o nedenle şeriat diyorlar bize
şeriat ilk adımdan itibaren Allah demiştir yapılacak demektir
diye başlar
şeriatsız yol alınmıyor ,Allah muhafaza sonu zındıklık denilmektedir
en basit örneği ele alalım,kişilerin demesine bakmayın,insanlar çok şeyler der
bizim Allah karşısında yakınlığımız ve bunu hissetmemiz önemli
evet böyle söylediğini hatırlıyorum bizede

Ali ağabeyimizede eziyetler çok edilmiş
efendimiz s.a.v hazretlerine de
bu yolda engel çoktur
ama yazınızda söylediğiniz çok güzel bir ifade var,
hedefe varanlar öyle yada böyle geri dönmeden ilerlemeye çalışmış olanlardır
başa döne döne, insanın başıda döner,yoluda şaşar,taakatide biter..
şeriat demek zaten tam anlamıyla Kuran-ı kerimde istenilenlerdir
ve hadis-i şeriflerde izahı genişletilenler
bütün anlatılanlar ve bizden istenilenlerin hepside Allah'ın emri zati
hani bir yola girdik (tarikat)
bir hedefe varmak istiyoruz (Allah)
hangi yol ve klavuz ile gidilir
yada şöle diyelim
ben size gelmek istesem ,size sorar adres isterim
sizin tarif ve emirleriniz ile sizin evinizi bulabilirim

bizde Allah evine ,Muhammed kapısından gireceğiz
Allah'ın emirleri ile yol bulacağız
yoksa başka saptırıcılar (şeytan-ı lain) tuzaklar ile bizi hiç haberimiz olmadan saptırırlar
dosdoğru sanırız kendimizi ama değilizdir
bunun ölçüsü işte şeriat
Allah ın mekanında,onun verdiği can ve bedeb ve diğer cihazatımızla yaşayıp nimetlere gark oluyoruz
üstüne üstlük muhabbete de talip oluyoruz
ama şartlar ağır, şu şeraitleri yapmak istemiyorum diyeceğiz
samimiyetsizlik değil midir
zataen imanın aslıda samimiyet ve ihlas değil midir
işte kardeşim bizim anladıklarımız
bu kadar

Ali ağabeyimizi çok özlüyorum, gülümsüyor rüyalarda hep
o kendiliğinden konuştu zamanı gelmişse
mubarek parmağını yukarı kaldırırde ara sıra
başınıda yukarı ima ederek tebessüm eder

O'nun dediği oluyor evladım bizimkiler dua der,sözü öyle bitirirdi

Ümran hanım(msn de bir yazışmadan alıntılar)a teşekkürler

Sürdürülebilirlik

Değerli Dostlar;


Milletimizin bir özelliği mi, yoksa bulunduğumuz toprakların hikmeti mi bilinmez ancak son zamanlarda bir konuyu oldukça fazla gözlemlemekteyim. Bu konuyu da sizlerle paylaşmak ve fikirleriniz almak niyetindeyim, müsadenizle.


Bir teknik proje olsun, bir siyasi veya iktisadi hamle olsun, bir girişim olsun; başlangıçları çok güzel yapmaktayız. Devamında çıktılarımızı ve kazançlarımızı da sağlayabiliyoruz. Ancak zamana bağlı olarak sürdürülebilirlik ilkesinden uzaklaşıyoruz. Bu konuyu iki somut örnek ile açmak isterim. Örneğin bir girişimci bir konu üzerine kafasında plandığı bir projesi pazar araştırmasına da bağlı kalarak bir ticari teşebbüste şekillendiriyor. Bu teşebbüsü neticesinde mevcut pisaya koşullarında güzel kazançta elde edebiliyor. Ancak mevcut pazar ihtiyaçları karşılandıktan sonra küçülmeye ve hatta girişimini kapatmaya kadar yol izliyor. Bundan dolayı da hem kendisi, hem de kendisinin yanında bu girişimden nemalananlar zarara uğruyor. Bu örnek çok uzakta değil sadece çarşı-pazara bakmamız yeterli. Bu somut bir örneğin yanında bir sosyal örnekte vermek isterim. Örneğin yazılı ve görsel basın özellikle Dini Günler ve Ramazan ayı içinde izledikler yayın politikalarını daha bayramın birinci günü değiştiriyorlar. Mesela programlar daha muhafazakar lakırtılarla doldurup bayramın birinci günü sabahı magazin dedikleri ne olduğu mechul yayınları getiriyorlar ekrana; ya da gazetelerinin son sayfasında yer alan müptezel bayan resimlerini Ramazan sürecinde kaldırıp, bayramın ilk günü tam sayfa olarak yayınlıyorlar. Şimdi diyeceksiniz bana bu yayınları izleme; ancak mevcut trajları ve izlenme oranları oldukça yüksek olan basın-yayın organları da izlenilmeden memleket meseleleri hakkında farklı bir bakış açısı da almak mümkün olmuyor. Elbette bu durumda hem ilk örnekte verdiğim girişimcinin, hem de ikinci örnekte verdiğin basın-yayın editörünün belki de sorumluluğu arz talep dengesine yanıt vermek. Ancak bu durum sizce de sürdürülebilirlik ilkesine aykırı değil mi? Ve belki de şu soruya cevap vermek daha doğru olur; bu arz telep mekanizmasını tetikleyen bizler sürdürülebilirlik ilkesine ne kadar yakınız?


Değerli Dostlar;


Sürdürülebilirlik ilkesi aslında bizim için ne kadar da önemli. Bugün, içimden geldi iyilik yapayım diyen bir insanı, yolda birine yardım ederken gördüğümüzde ne kadar hoşumuza gider. Ancak devamı gelmez ise bir günlük insan merkezli olmak bu adama ne kadar yetebilir? Mesela 1999 depremleri sonrası yapılan yardımların devamlılığı oldu mu? Bildiğim kadarıyla olmadı ki, Kızılay şu an kan bağışı kampanyası açma zorunluluğu hissetti. Ya da Ramazan ayı boyunca nefsine söz geçirmeye çalışan kişi, bayramın birinci günü bayram namazı için yer kapma yarışına girdiğinde; futbol yorumcularının dediği gibi; dakika bir, gol bir olmaz mı?


Efendim,


Sürdürülebilirlik konusunda bir çok yayından kaynak verebiliriz; ekonomi dergilerinden, eğitim formasyonu kitaplarından, tasarım makalelerinden, ve hatta felsefe kitaplarından. Ancak bu konuda benim kaynağım Hz. Pir, Mevlana’nın sözü olacaktır; “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.” Sizce de bu söz üzerinde tefekkür gerekmez mi?


Niyet edelim ki Rabbim yazdıklarımızı önce bize nasip etsin...Sonra da ihtiyacı olanlara....


Lafı çok olanın yalanı da çok olur derler.


İzninizle efendim.


Mümtaz Ali Tahir