21 Aralık 2008 Pazar

Kirlenilmeden temizlenilmiyor evlad!

Ailesi gittikten bu yana kendisini daha fazla yanlız hissediyordu. Arkadaş çevresi değişmişti ve okula pek uğramıyordu. İstanbul kazan, kendisi kepçe idi. O gün her akşamüstü olduğu gibi başındaki korkunç baş ağrısı ile yatağından doğruldu. Kendisini lavabonun karşısına zor attı. Uzun zamandır o kadar fazla içki tüketiyordu ki; artık sarhoş muydu ayık mıydı pek anlamıyordu. Yüzüne soğuk suyu vurdu kendine gelebilmek için. Giyindi. Kahvesini hazırladı. Güneş kızıla çalarken eşyalarını savurup yere attı dağınık odasında oturabilmek için koltuğa. Artık kendisine gelmeliydi. Ne oluyordu; kendisine bilemiyordu. Bu kadar boşvermişlik, huzursuzluk veriyordu kendisine, ancak yine de kendisini alamıyordu. Ne arıyordu içki alemlerinde, İstanbul'un kolluk güçlerinin bile giremediği sokaklarda. Pislik içindeydi, hem içi, hem dışı. Dostu kalmamıştı çevresinde. Akrabaları bile hatırını sormuyordu. Kendi kendisine “yanlızsın işte” diyordu ki telefonu çaldı evin. Telefonu açtı, arayan onun yeni arkadaşlarıydı. Gel denmesini beklemeden telefonu kapatıp soluğu Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki batakhanede aldı soluğu......


Ne kadar içti, ne kadar kadeh kaldırdı artık sayamıyordu.....


Çağıranlar artık yoktu masada. Kendisi, içkisi, ve suratında mahzun ifade. Pişmanlık ile keyif, neşe ile hüzün. Ne arıyordu, ne oluyordu kendisine. Mekan kapanırken çıktı dışarı. Gecenin zifiri karanlığında sokakta ilerliyordu. Sokak mı sallanıyordu, yoksa kendi mi?....


Ayaklarına hükmedemiyordu sanki, onlar başka bir varlıktı, onlar gidiyor ve kendisini de sürüklüyorlardı. Bir duvar dibine geldi. Duvara dayandı yoksa duvar mı ona; duvardaki sıcaklık içini sararken içiden haykırmak geldi. “Ben neyin ulan” diye narasını savurdu. Beyoğlu naralara aşinaydı, ama bu kadar içtenini belki de daha önce işitmemişti. Uzaklardan mavi ışıkları gördü. “Şimdi bir de işin yoksa polisle uğraş” dedi. Ayakları ilerledi, kendisini çekti. Duvar yüksekti, ancak tırmanabileceğini sandı. Zıpladı...Zıpladıkça duvar yükseldi. Acale etmeliydi, mavi ışıklar yaklaşıyordu. Yan taraftaki çöp konteynırını çekti. Üzerine çıktı, duvardan aşağıya kendini bıraktı....


Düştü...Kalkayım dedi kalkamadı...Emekleyerek ilerledi. Karanlıktan önünü göremiyordu. Dizi açımıştı ve belki de kanıyordu. Kimin umrandıydı ki. Acıyı dizinde değil yüreğinde hissediyordu. Yüreği kanıyordu. Çok yüksek olmayan bir duvara geldi. Genişliği de fazla değildi. Sarıldı duvara, taştandı. Dayandı ve ağlamaya başladı. İlk defa dua etti. “Allah'ım nedir bu halim. Çok kirliyim çok.”


Göz yaşlarıyla salyaları birbirine karışmıştı. Ağlıyordu....Yüreği kanıyordu....Gözleri kapandı. Açmaya çalıştı zorlandı...Açtı...Uyumayacağım dedi....Ama kapandı gitti gözler...Uyudu....


Yanağında sıcaklık hissetti...Hayır yanağında değildi bu yüreğindeydi...Gözlerini açmaya çalıştı...Gözünün önünde eski okulundan hocası Mithat Bey duruyordu. Mithat Bey'in elleri yanağındaydı ama yüreğini de tutuyordu. Hemen dayandığı taştan doğruldu. Ayağa kalktı dayanarak taşa. Taş diye düşündüğü bir mezar taşıydı ve bulunduğu yer bir mezarlıktı. Doğruldu gözleri yerde, elleri önde kavuşmuş. Utançtan ne yapacağını bilemedi. “Keşke” dedi içinden “şu mezar açılsa da içine girsem” . Mithat Bey her zamanki gülüşü ile ona bakıyordu ve elleriyle üzerlerindeki tozları çırpmaya başladı. “Hocam çok ama çok kirliyim, pislik dolu çukurun dibindeyim” dedi. Mithat Bey'in gülümsemesi daha da belirginleşti. Ağzını açtı ve “Evlad marifet pislik çukuruna girmemek değildir; giripte pislenmeden çıkmaktır. Hem bak kirlenilmeden temizlenilmiyor ki” dedi. Hocasının ellerine kapandı, öpüp yüzüne sürdü. Elleri gül kokuyordu, Gül Hocasının. “Affedin Hocam beni” dedi. Hocası “ben değil Allah affetsin, sen temizlenmek için önce niyet sonra da gayret et” dedi. Önde Hocası, arkada kendisi mezarlığın içinde yürüdüler. Mezarlık çok küçüktü, biliyordu burayı ama adını getiremiyordu. Karşılıklı odaların bulunduğu yerden Galata Meydanına çıktılar. Arkasına baktı. Burası Galata Mevlehanesi idi. Utancı arttı. Yüreği daha da büzüştü. Hocası ona döndü ve “Evlad burada da içilir ve sızılır; ama içtiğin aşk şarabı olsun” dedi.


Beyoğlu'ndan Taksime doğru yürümeye başladılar. Kafası aydın, yüreği paktı. İstiklal Caddesi'nin kalabalıklığından ürktü, utandı, çekindi....Ama onlar ilerledikçe kabalık yarılıyor, yol kısalıyordu. Kalabalıkta bir sarhoş ve bir sarhoş adayı yürüyordu. Ama bu sefer sokak sallanıyordu ve kendileri dimdikti. Menzilleri aydınlıktı. Konuşmadılar ama kulağında hep aynı sözler yankılanıyordu.


Kirlenilmeden temizlenilmiyor evlad.”

Mevlana - Bektaş-i

Bir adamcağız kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaşî Velî'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu.Durumu Hacı Bektaşî Velî'ye anlatır ve Hacı Bektaşî Velî "helâl değildir" diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevî dergâhına gider ve aynı durumu Mevlânâ'ya anlatır. Mevlânâ ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaşî Velî'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlânâ'ya bunun sebebini sorar. Mevlânâ şöyle der:- Biz bir karga isek, Hacı Bektaşî Velî bir şahin gidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.Adam üşenmez, kalkar Bektaşî dergâhı'na gider ve Hacı Bektaşî Velî'ye, Mevlânâ'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip, bunun sebebini bir de Hacı Bektaşî Velî'ye sorar. Hacı Bektaşî Velî de şöyle der:- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlânâ'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.


Böyle bir hikayeye,Bektaşiyi dinlemekde fayda var,haramdan hediye olmaz gibi bir yorum yapmak ne kadar doğrudur? Bu yaklaşıma kırmadan nasıl bir cevap verebiliriz?Ya da nasıl bir durumu örnek gösterebiliriz?