27 Nisan 2009 Pazartesi

Ekrem Demirli;Tasavvufun “Değer” Aktarma Yolu: “Dil’de Eğitmek, Meslek ile Olgunlaştırmak”

Tasavvufun “Değer” Aktarma Yolu: “Dil’de Eğitmek, Meslek ile Olgunlaştırmak”

Söz ola kese savaşı

Söz ola kestire başı

Söz ola ağulu aşı

Yağ ile bal ede bir söz

Yunus Emre

Tanzimat ile birlikte ivme kazanan yenileşme hareketlerinin pek çoğu, başta münevver kesimlerinin olmak üzere, toplumun geniş desteğini almış, Cumhuriyet ve devrimlerin ilanıyla neticelenen süreç, aynı süreci yaşayan toplumlarda görülmeyecek genişlikte bir tabana yayılmıştı. Ancak bu süreçte, günümüze değin devam eden derin bir çatışma ve kriz alanı, kültürel sahada gerçekleşe(meye)n devrimlerdi. Bunun en önemli bölümü ise, dil üzerindeki tartışmalardı. Dindar aydınların en duyarlı oldukları alanların başında dil gelmekteydi ve bu duyarlılık günümüzde bile yeterince anlaşılmamıştır. Bu duyarlılık nereden kaynaklanmıştı? Mesele, dil-düşünce-insan ilişkilerinin geniş bir tahlilini içermekle birlikte, konunun bilhassa tasavvuf-tekke ve dil ilişkisi ekseninde değerlendirilmesi açıklayıcı noktalar bulma imkanı verebilir. Üzerinde durulması gereken husus şudur: Tasavvuf-tekke kültürü için dil ne anlam taşımıştı? Bunun anlamak için, tasavvufun önce İslam bilimlerinde, ardından toplum hayatındaki yerini hatırlamak gerekir. Tasavvuf ortaya çıktıktan kısa zaman sonra kendisini bir “ahlak ilmi” olarak tanımlamış ve İslam bilimleri içerisinde bazen b ilimleri birbiriyle irtibatlandıran “tamamlayıcı” bir ilim, ama daha çok insanlara değer aktarımını esas alan bir “uygulama alanı” ve “ahlak hareketi” olarak yerini almıştı. İslam bilimlerinin önceki kültürlerin birikimini dikkate alarak ürettikleri bilgi ve değerler manzumesi[1], zengin bir tecrübe birikimine dayanan araçlarla tasavvuf tarafından kitlelere ulaştırılmıştır. Tasavvuf bu işlevini evvelemirde tarikatlar aracılığıyla yerine getirmişti. H. VI. asırdan itibaren yaygın bir şekilde İslam toplumunda ortaya çıkan tarikatları anlamak, iki hususu dikkate almayı zorunlu kılar: Birincisi tarikatlar “toplumun ve hayatın içinde olmayı” düstur edinmiştir. Bu yönüyle tarikatlar, ferdi cemaate ve topluma katmanın ve ona hayat içinde bir yer bulmanın en önemli araçlarıydı. Tarikatların bu özelliği, uzun bir teorik tartışma sürecine dayanan bir ahlak tasavvuruna dayanan insanın ancak bir cemaat içinde ve onlarla iletişim esnasında ahlak kazanabileceği -ya da sufilerin isimlendirmesiyle- “insan-ı kamil” haline gelebileceği kabulüne dayanır. Tasavvufun böyle bir ahlak ve insan anlayışına ulaşması, hiç de kolay olmamıştı. Zühdün ve dindarlığın anlamı, insan-toplum, madde-ruh ilişkileri gibi pek çok alandaki uzun tartışmaların ve bazen çatışmaların sonucunda bu sürece ulaşılmıştı. İlk tasavvuf hareketleri, katı bir züht hareketi şeklinde ortaya çıkmıştı. Dünyevi olan her şeyin küçümsenmesi esasından hareket eden bu züht anlayışı, ruhanilik ile maddilik arasında kurulan karşıtlık ilişkisinden beslenmişti. Bu anlayışta sağlıklı bir manevi hayat, maddilikten ve dünyevilikten soyutlanma ve uzaklaşma ilkesine dayanmalıydı. Bu yaklaşımda -başta Hristiyan zahitleri olmak üzere- İslam dışı unsurların etkileri aşikardır. Ancak tasavvuf kısa zamanda bu züht anlayışının dayandığı madde-ruh ikilemini ve karşıtlığını aşarak, derin bir insan ve alem anlayışı geliştirmişti. Bu süreç, çerçevesini “Eşyada asıl olan mubahlıktır” ilkesinde bulan ve “hayatın ve maddi olanın temizliği” ilkesini düstur edinen bir takım düşüncelerin yerleşme süreciydi. Bunun sonucunda tasavvuf, dünyadaki mistik gelenekler içerisinde “İslam tasavvufu” olarak yerini almış, ideal değerlerini dünyanın içinde ve toplumla barışık bir hayatta bulmuş, hayatın dışındaki bir dindarlığı reddetmiş, en azından idealleştirmemiştir. Bir sufi için ideal hayat, ‘Halk içinde Hak ile beraber olmak’tır.

Meselenin ikinci yönü ise, tarikatların çeşitliliğiyle ilgilidir. Sufi kesimlerinde yaygınlaşan bir sözde ‘Allah’a giden yollar nef(e)slerin sayısı kadardır’ denilir. Bu söz üzerinden bütün tasavvufun tarihini ve bu tarih içerisinde ortaya çıkan nazariyeyi yazmak mümkündür. Ancak dikkat çekmek istediğimiz husus, bu ifadenin tarikatların çeşitliliğine imkan verecek bir çerçeve görülmesidir: Herkesin kendisini bulabileceği ve kabiliyetlerini geliştirebileceği bir tarikat vardır. Tarikat herkese mizacına ve kabiliyetine göre bir terbiye metodu sunar. İslam hukukçularının ‘Zamanın değişmesiyle hükümler değişir’ ilkesi, “mizaca göre terbiye değişir” şekline dönüşerek, İslam toplumunda büyük bir dinamizm ortaya çıkartır. Bu durum, tarikatların ticaret, eğitim, spor, sanatlar, savaş ve askeri alanlar gibi geniş bir yelpazede hizmet görmelerine imkan vermiştir. Öte yandan bu husus, dini ve ahlakî değerleri belirli kesimlerle sınırlı bir hayat tarzı olmaktan çıkartarak, her türlü seçkinciliği reddetmiştir. Başka bir ifadeyle tasavvuf zühdün ilk tarzlarını eleştirmekle, hayat ile barışık bir manevi değerler anlayışı ortaya koyduğu kadar Allah’a giden yolları insanların sayısı kadar kabul ederek doğuştan getirilen “seçilmişlik” yerine ‘değere ve amele bağlı seçkinliği’ yerleştirmiştir.[2]

Peki tasavvuf ahlak değerlerini topluma nasıl aktarmıştır? Hemen belirtmeliyiz ki, meseleyi tarikatlar ile sınırlı görmek, tasavvufun İslam toplumundaki etkisini sınırlamak demektir. Sufiler, her dönemde değerlerin topluma aktarılması için elverişli araçlar bulmuştur. Üzerinde durulması gereken ilk husus, menkıbe, hikaye, şiir gibi anlatım yöntemleriyle karmaşık düşünceleri kitlelere ulaştırmadaki başarılarıdır. Dini ilimler içerisinde hiçbiri, halk kesimlerine ulaşabilmede tasavvuf kadar başarılı olamamıştır. Sufiler baştan beri dilin imkanlarını fark etmiş, bundan olabildiğince istifade etmişlerdir. Üstelik bu durum, sadece İslam tasavvufu için değil, bütün mistik akımlar için geçerlidir. Avrupa’da yerel dillerin ortaya çıkmasında mistiklerin büyük katkısı olmuştur. Türkçe’deki ilk dini metinler, tasavvufi metinler idi ve bu metinler aynı zamanda Türkçe’nin gelişiminde büyük katkılar sunmuştur. Bunun anlamı, Türkçe’nin dini-tasavvufi düşünceyle birlikte zenginleşmesi ve gelişmesiydi. Bu sayede sufiler için dil, düşünce ve değerlerin aktarıldığı en etkin araca dönüşmüştü. Türkçe’deki pek çok deyim tasavvuf irfanının inceliklerini taşır. Söz gelişi sufilerin insan anlayışı ve insana saygı düşüncelerini en iyi yansıtan ifadelerden birisi, ‘Her gördüğünü Hızır bilmek’ deyimi, tarikat kültüründe derince işlenen bir konu olsa bile, artık bir deyim halinde bütün kültüre yayılarak etkinliğini çok daha geniş alanlara taşımıştır. Tasavvufun ana teması olan ve “yerli yerinde davranış” diye tanımlanan ‘edebin’ önemini vurgulayan ‘Edep ya Hû’ ifadesi veya tasavvufu bilginin ana fikrini yansıtan ‘kişi kendini bilmek gibi irfan olmaz’ cümlesi, en iyi bilinen örnekler arasında zikredilebilir. ‘Yaratılanı sevmek Yaratandan ötürü’ cümlesi, tasavvuf çevrelerinde sınırlı kalan bir düşünce olmaktan çıkarak, farklı inanç ve kültürleri bir arada tutan zengin ve saygılı bir medeniyetin ana ilkesine dönüşmüştür. Türkçe böyle örneklerle doludur ve bu durum dili yenileştirme teşebbüsleri karşısında gösterilen aydın duyarlılığını anlamaya yardımcı olabilir. Çünkü dil, bu duyarlılığa sahip insanlar için, sadece konuşulan bir araç değil, gerçekte yüz yıllar içerisinde yoğrulmuş bir kültürün yeni nesillere taşıyıcısı, onları eğiten bir rehberdir.

Tasavvufun değerleri topluma ulaştırmada yararlandığı araçlardan birisi de mesleklerdir. Burada bir paradoks vardır: Tasavvuf başlangıçta dünyeviliği küçümseyerek manevi hayatı hayattan kaçmada bulmuştu. Bu bağlamda ticaretini, mesleğini, idari görevini, hatta eğitimini bırakan pek çok menkıbe ilk tasavvuf metinlerinde zikredilir. Ancak kısmen değindiğimiz süreç sonucunda tasavvuf, mesleği bir terbiye yolu ve metodu olarak görmüştür. Meslek ile veya meslekte terbiye etme ve insanı olgunlaştırma yöntemi, belki hiçbir dini gelenekte İslam’da olduğu kadar önemsenmemiştir. Bunun temel nedenlerinden birisi, İslam ahlakçılarının hayat ile erdem ve değerler arasında kurdukları zorunlu ve realist ilişkilerdi. İslam ahlakçıları düşüncelerini, makulü normalde aramanın istilzam ettiği bir netice olarak, hayata katılma, değer üretme, insanlara hayır ve fayda sağlama gibi pozitif değerler üzerinden inşa etmiş, değerlerin aktarılmasının hayattaki kurumlar üzerinden olabileceğini görmüşlerdir. Tarikatlar bu düşünceyi işlevselleştirerek, müritlerini bir meslek içerisinde terbiye etmeyi düstur edinmiş, bizatihi tarikatlar da meslek örgütleri gibi teşekkül etmişlerdi. Bu bağlamda tarikat veya tekkeler, meslek kazandırarak insanı hayata ve üretime katan, her şeyden önemlisi bunu tasavvufi gelişimin bir aşaması sayan yerlerdi. Sabır, tevekkül, itidal, hoşgörü, merhamet, teslimiyet, insanları sevme gibi alışkanlıklar bir meslek çerçevesinde insanlara hizmet ederken kazanılabilecek erdemlerdir. Tasavvuf için salih ve sahih amel, bir insana fayda veren ameldir. Burada sufilerin hareket ettikleri ilke, ‘Kendini bilen rabbini bilir’ anlamındaki bir hadisin geniş yorumudur. “Kendini bilmek” ne demektir? Soruya verilecek ilk cevap, insanın kuvve halindeki yeteneklerinin fiil haline getirilmesiyle insanın kendini bilebileceğidir. Bu durumda kuvve halinde kalmış her kabiliyet, insanın kendini tanımasına engel olduğu gibi aynı zamanda Rabbini tanıma önünde de engeldir. Öyleyse yapılması gereken şey, bu kabiliyetlerin geliştirilmesiydi ve bunlar ancak hayat içinde, yani “yaşayarak” bilfiil hale getirilebilirdi. Tasavvuf ve tarikatlar, potansiyel olanın etkin ve bilfiil hale gelmesi ilkesini düstur edinmiştir. Başka bir ifadeyle tasavvuf, insan kabiliyetini ezme ve yok etme üzerinde değil, onu geliştirme ve zenginleştirme üzerinde odaklanmış bir ahlak anlayışına dayanır. Çünkü insandaki her kabiliyet, esas itibarıyla Allah hakkında bir delildir ve kabiliyeti kuvve halinde bırakmak, bir delili terk etmek veya işlevsiz yapmak demektir. Öte yandan insan, kendini ancak başka bir insan vasıtasıyla tanıyabilir ve bilebilir. İnsanın kendini insan vasıtasıyla tanıması, insanlarla iletişimde olmasını, onlara fayda vermesini gerektirir. Bu düşünce bir hadiste anlamını bulur: ‘İnsanların en hayırlısı, onlara en çok fayda verenidir.’ Bu hadis, tarikatların insanı meslek yoluyla eğitme yöntemlerini açıklar. Çünkü tasavvuf ahlakın bütün ilkelerine hayatta bir karşılık bulur ve ancak normal yaşanan bir hayat içinde bu değerler anlam kazanabilir. Bu yönüyle sabır, bir işi iyi yaparak insanlara en faydalı hizmeti sunmak için metanetle ve ciddiyetle çalışmayla kazanılabilecek bir erdemdir. Rıza sadece Allah’ı belirli bir ibadet ile razı etmek demek değildir. Rıza yapılan iş ile insanları memnun etmek, bu sayede Allah’ı razı etmek demektir. Her ne olursa olsun işi yapmak, tasavvufun “ihsan” saydığı en büyük erdemdir. İki hadis tarikatların meslek yoluyla insan eğitimine verdikleri önemi anlamak için yeterlidir. Birincisinde ihsan tanımlanırken ‘Allah’ı görür gibi ibadet etmek’ denilmiştir. Bu, tasavvuf ile özdeşleştirilen ihsanın tanımıdır. Tasavvuf da, her işini Allah’ı görür gibi yapmak ve bu ilkeye göre yaşamak demektir. Başka bir hadiste ise, ihsan bu kez başka bir alandan tanımlanır ve kurbanı keserken bıçağın keskinliği ihsan diye tanımlanır. Öyleyse ihsan, sadece ‘ibadet’ esnasında gerçekleşecek bir istisna değildir. İhsan, yani Allah’ı görür gibi davranmak, her işte ve meslekte olması gereken ahlaki bir erdem ve idealdir. Çünkü yaptığı işi “Allah’ı görür gibi” yapan kimse, kemale ulaşma hakkı kanabilir.



[1] İslam düşünürlerinin geçmiş kültürlerle ilişkileri hakkındaki bilgi kıtlığı, bütün İslami bilimlerin serüvenini anlamayı imkansızlaştırıyor. Günümüzde sorunu aşmak üzere ciddi atılımlar yapılmıştır ve bunların başında düşünürlerimizin eserlerinin tercüme faaliyeti gelmektedir. Son ve önemli bir örnek, Farabi’nin Kitabu’l-huruf’udur. “Harfler Kitabı” adıyla Ömer Türker tarafından tercüme edilen eser, sürecin en önemli tanıklarından birisidir.

[2] “Doğuştan gelen seçilmişlik” inancına karşı “değere bağlı seçilmişlik” fikri, ya da ‘madde-ruh karşıtlığı yerine’ bütün hayatın ve yaşam imkanlarıyla desteklenmiş maneviyat anlayışı İslam’ın Yahudilik ve Hristiyanlık ile ilişkilerinde dikkate alınması gereken bir husustur ve günümüzde de güncelliğini koruyan bir tartışma konusudur. Bu bakımdan seçilmişlik ve bağlı konuların Yahudilikte nasıl işlendiğini anlamak, İslam ahlakçılarının insan-alem görüşlerini anlamada önemli bir unsurdur. Bu alanda Türkçe’deki az sayıda kaynağa yeni ve önemli bir kaynak eklenmiştir. Bkz. Dr. Salime Leyla Gürkan, Yahudilik, İsam yayınları.